12 Temmuz 2016 Salı

Suriye'nin Kurtuluş Savaşı

Suriye adım adım kendi Kurtuluş Savaşı'nı kazanıyor.
Rusya havadan Suriye Ordusu karadan adım adım kuzey, kuzey-doğuya yöneliyorlar.
Ordu Halep'i kuşattı. IŞİD ile sokak savaşları bugün itibari ile Halep'te de başladı.
Örgüt Membic'tan Bab'a kadar 40 km tünel kazmış.
Hepsi imha ediliyor.

Vakti zamanında AKePe hükümetinin desteklediği El Nusra'da eziliyor.
Dün, TC vatandaşı Konyalı Yusuf A. Halep'te öldürüldü.

Bu gelişmeler Türkiye'de Lazkiye hayalleri kuranların da (HDP genel başkanı, bir Arap şehri olan Lazkiye için "Lazkiye Kürt kantonlarına verilirse, Kürtlerin sorunu kalmaz..." diyerek ABD'nin emperyalist planlarına ortak olduklarını açıklamıştı.) ağız değiştirmesine sebebiyet verdi.
Rojava Federasyonu Başkanı; "Suriye'nin bölünmesine izin vermeyeceğiz." diyor.
Oysa ki düne kadar kantonları birleştirip Büyük Kürdistan hayalleri kuruyorlardı.

Tüm bu gelişmeler Türkiye'nin Rusya'dan özür dilemesi ve bir anlamda terör ihraç eden Türkiye'nin yola gelmesi sonucunda yaşanıyor.
Hükümet Rusya - Suriye eksenli politikaya, zorla da olsa, gelmek sorunda kaldı. 
Çünkü "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh"ten başka kurtuluş  seçeneği yok.
Çünkü Ortadoğu'da medeni olabilmenin, dahası öyle kalabilmenin tek yolu yine Mustafa Kemal'in yolundan geçiyor.
Ak-it yazarları dahi bunu dillendirmeye başladılar. 

Bu politika değişikliği IŞİD'i harekete geçirdi.
Örgüt Türkiye sorumlusunu değiştirdi.
Artık Türkiye sorumlusu bir Türk değil.
Tatil beldelerinde turistleri hedef almayı planlıyorlar.

İstihbarat bunu biliyor ama ülke içerisinde çok fazla örgüt evi var ve hepsini takip edemedikleri için, vaktinde yeterli çalışmayı yapmadıkları için engelleyemiyorlar.

ABD dahi, Rusya'nın sert duruşu karşısında politikasını revize etti ve Esad ile geçişe yeşil ışık yaktı ve IŞİD ile mücadeleye öncelik verdi.
ABD planlarına ortak olan piyonların planlarındaki ve söylemlerindeki değişikliğin temel sebebi budur.

AKePe ve dolayısıyla Türkiye de milyon dolarlık dış politika hezimeti sonucunda tekrardan Esad ile görüşme rotasına girmiş durumda.

Özetle; Suriye kurtulursa, bölge kurtulur.

Peki ben bunları nereden biliyorum?
Sadece okuyorum.
Öyle başlıkları değil,  satır aralarını da okuyorum.
Siyaseten çok farklı yerlede duranların yazdıklarını ve söylediklerini yanyana koyduğunuzda, büyük bir örtüşme ortaya çıkıyor ve resim netleşiyor.

17 Haziran 2016 Cuma

UÇAK GEMİSİ: Özgürlüğe İnanış

UÇAK GEMİSİ bir milletin yeniden doğuşunun hikayesi...
Geçmişini unutan, geleceğini yitirir. 
Prof. Dr. İlber ORTAYLI'nın sunduğu fragman

Kitabın önsözü;“Önce senaryo yazılır, sonra senaryonun filmi çekilir. Okumak üzere olduğunuz senaryo, gerçek hayatta önceden Türk Milleti tarafından çekilmiştir.”
İşte kitaptan birkaç anekdot: 
Denk Kayıkları
Fırtınalı havada Rusya’dan cephane getiren gemiler açıkta demirliyor ve o fırtınada kayıklar gemilerin yanına açılıyor. Karadeniz’in dev dalgaları kayıkları gemi hizasına denk getiriyor. O sırada cephane sandıkları sandallara itiliyor. Kayıkların ismi bu yüzden Denk Kayıkları.
Savaş uçaklarının Almanya’dan teslim alnıması ise başlı başına bir hikâye konusu.
Almanya 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış; ordusu terhis edilmiş ve elinde kullanamadığı uçaklar var. Ankara hükümeti de o uçaklara talip olmuş. Ancak yine Almanya’da savaş sonrası enflasyonist ortam var. Alman Borsası’nda spekülatif kazançlar söz konusu. Uçakların parasını teslim etmek üzere Almanya’ya giden Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beyler, bir bankere rastlıyorlar. Banker, parayı borsaya yatırmalarını tavsiye ediyor. 29 uçak yerine 190 uçak satın alabileceklerini söyleyerek, Nuri ve Saffet Beylerin aklını çeliyor. Para borsaya yatırılıyor ve kaybediliyor. Ankara’da kıyametler kopuyor. TBMM’de Nuri ve Safet Beylerin idamları isteniyor.
Fransa’nın Ankara hükümetini resmen tanıması;
İstanbul’dan Anadolu hareketine katılmak üzere yola çıkan bir gemi, Karadeniz’deki Fransız Donanması’na ait bir savaş gemisine yakalanıyor. Hep birlikte İstanbul’a dönülecek. Gemide yer alan Türkler, içinde bulundukları vaziyetten kurtulmak üzere bir plan yapıyorlar. Kendi aralarında dümenden kavgaya tutuşuyorlar. Fransızlar kavgayı ayırırken, silahlarını ele geçirecekler ve Fransızları esir edecekler. Ancak Fransızlar pek oralı olmuyorlar. O sırada B planı devreye giriyor ve Türkler kendi aralarında horon tepmeye başlıyorar. Eğlencenin cazibesine kapılan Fransızlar horonu izlemeye dalıyorlar. O sırada Türkler Franızlar’ı komutanlarıyla birlikte esir ediyor. Fransız hükümeti, esirlerin serbest bıraklıması karşılığında TBMM ile bir anlaşma imzalıyor.


7 Mart 2016 Pazartesi

The wall between Reality and Fantasy

Sometimes our life is strange, and it seems you gotta do it all by yourself to arrange. Sensations never felt that’s why my soul I’ll never sell... The wall between Reality and Fantasy  is sometimes so small and not so tall...

Video link

1 Mart 2016 Salı

AnKARA Gün

O sabah her zamankinden daha erken kalkmıştı.
Pencereden dışarıya baktığında, yüzünü yeni gösteren güneş etrafı aydınlatmaya çabalıyordu.
"Güzel bir gün olacak" diye geçirdi içinden.
Güneşli, güzel bir gün...
Pencerenin önünde sıralı duran rengarenk menekşelere baktı.
Biraz susuz kalmışlardı sanki,
gitti bir bardak suyla geri geldi, suyu hepsine azar azar pay etti.
Oldum olası menekşeleri severdi,
tıpkı annesi gibi...

İşe geldiğinde, her zaman olduğu gibi mesai başlamadan önce tüm memurlar kahvaltı için toplandılar.
Her gün evden getirdiği kahvaltılıklarını yemesine rağmen o gün canı istememiş, iş yerinin köşesinde duran ve denizli şivesi ile konuşan teyzeden simit almıştı.
Simitçi teyzenin iki kızı bir de oğlu vardı.
En küçükleri olan Ömer henüz 8 yaşındaydı ve ikinci sınıfa gidiyordu. Biraz yaramazdı yaramaz olmasına ama hangi çocuk değildi ki...
Büyük kızı geçen yıl ankara üniversitesi hemşirelik fakültesi'ni kazanmış ve üniversiteye başlamıştı.
Belli ki simitçi teyze, kızının üniversiteyi kazanmasıyla gurur duyuyordu.
"Çoçuklaam için gızım, onlaan okul barası için çalışıp durum..." derdi her seferinde.
Hep güler yüzlüydü simitçi teyze ve bununla ün salmıştı.
Canı sıkkkın olan her kim olursa, sabah mutlaka ona uğrar, teyzenin güler yüzü sayesinde bir nebze olsun gününü aydınlatırdı.

Her ne kadar o gün içinden çalışmak gelmese de yapılması gereken çok evrak işi vardı.
Haftanın ortası olmasına rağmen önünde biriken evraklar sanki hiç azalmamış gibi bekliyor ve hepsinin de cuma gününe yetişmesi gerekiyordu.
Kaybolup gittiği evrak yığınları arasında düşüncelere dalıp gitti.
Alper'i düşündü; 10 yaşındaki oğlu Alper...
Epey zamandır okuluna uğrayamıyordu. Her ne kadar öğretmenleri Alper'den gayet memnun olsalar da, onunla yeteri kadar ilgilenemediği düşüncesine kapıldı.
"En kısa zamanda okula bir uğramalı" diye geçirdi içinden.
Kızı İrem'in üniversitesinde her şey yolundaydı.
Kızına sonsuz güveniyordu; "babasından almış hayata karşı dik ve sağlam duruşunu" diyordu.
Ve kocası Osman...
O gün iş için İstanbul'a gitmişti. Şimdiden özlemişti onu.
"Sevdiğim adam, çocuklarımın babası, kalbimin sahibi Osmanım..."
Ne güzel bir gülüşü vardı Osman'ın,
O gülünce sanki bahar gelirdi.
Aslında epeydir kedisine çiçek almamıştı.
Normalde sık sık elinde çiçekle çıkagelirdi.
Bazen anlamsız bir tartışmanın özrünü dilemek için, bazen sebep dahi aramadan...
Unuttu herhalde şu aralar diye düşündü. 
Onun da işi başından aşkın...

O gün hemen bitmişti, oysa biriken işleri istediği kadar ilerletememişti bile.
Ne çabuk da geçmişti gün...
Bir gün daha bitiyor diye içinden geçirirken sakin ve yavaş adımlarla servis araçlarına doğru yürüyordu.
Ankara akşamlarında insanı rahatsız eden bir huzur olurdu bazen; işte öyle bir akşamdı.

Serviste hareket saatini beklerden camdan dışarı baktı.
Karanlık, soğuk Ankara akşamında insanlar oradan oraya koşuşturuyor, evlerine gitmeye çabalıyorlardı.
Trafikte durup kalkan araşların farları akşamın rengini sürekli değiştiriyordu.
"Ne tuhaf..." diye geçirdi içinden.
"Hayat denen bu koşuşturmaca; ne tuhaf..."
İç sessizliğinde dalıp gittiği düşünceler büyük bir gürültüyle sarsıldı.
Bir anda her yer aydınlandı.
Gözleri bir alev topunun içinde karardı ve tüm ışık kayboldu gitti.
Kulaklarını kaplayan uğultuda boğuldu çığlıklar. Geriye sade o büyük çınının içinde uğultular kaldı.
Bedeninin her yerine sanki iğneler batırılıyordu.
Vücuduna yayılan o büyük acı yavaş yavaş hafifledi.
Kızı İrem geldi aklına o an; her şey yolundaydı değil mi üniversitesinde???
Peki oğlu Alper?
Epeydir boşlamıştı onun okuluyla ilgilenmeyi.
Osman; yüzü güleç sevgilim...
Hadi artık dön işten, çok özledim.
Kulaklarında duyduğu uğultu giderek azalıyordu.
Hiçbir şey duyamaz oldu sonra, kendi iç sesinden başka...
Uykusunun geldiğini hissetti.
Yorucu bir gün olmuştu, işler de birikmişti epeyce...
Annem çok üzülmese bari...
Düşkündür bana...

Neydi şimdi bu?
Kader miydi? 
Alın yazısı mı?
Böyle olur muydu?
Böyle biter miydi?
Kim yazıyordu bu sonu?
Neden yazıyordu?

Kızım; İremim...
Oğlum; Alperim...
Osmanım; güleç yüzlü sevgilim. 
Çok yorgun hissediyorum, uykum var.
Hadi evimize götür beni, biraz uzanıp dinleneyim...



Bu yazı 17 Şubat Ankara saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına Fevziye Kayış ve ailesine ithaf edilmiştir.