30 Aralık 2008 Salı

2008 --> 2009

Bitti bitiyor derken, bitti işte 2008.
Ne değişecek onu da bilmiyorum 2009'da.
Hava aynı mavi buralarda...
Var mı beklentim? Vardır elbet kendimce.
Ufak,tefektir de vardır yine...
Yılın yenisini bilmiyorum ancak eskisinin son gününde bombayı yurdumun nacizane sarhoş vatandaşı patlatmış görünüyor.

Parkta bulduğu telsiz ile;

Sarhoş vatandaş: Merkez yardım istiyorum.
Merkez: Kodunu söyle
Sarhoş vatandaş: Ben kodsuz adam
Merkez: Adres ver nereye yardım istiyorsun?
Sarhoş vatandaş: (Adresi veriyor)
Merkez: Sana iki ekip gönderdim geliyorlar.
Sarhoş vatandaş: Merkez beni seviyor musunuz?
Merkez: Seni seviyoruz biraz bekle ekip geliyor.
Sarhoş vatandaş: Nasıl hizmet veriyorsunuz?...

Gelen ekipler sarhoş vatandaşı gözaltına almışlar ve telsize de el koymuşlar
:D
İki Sıfır Sıfır Dokuz...
Yürü git biz bu işte yokuz... :)

18 Aralık 2008 Perşembe

"Puslu Kıtalar Atlası"

"Ey parlak yıldız, seherin oğlu, göklerden nasıl düştün!
Sen ki, milletleri devirdin, nasıl yere yıkıldın!
Ve kendi yüreğinde derdin:
Göklere çıkacağım,
tahtımı Allah'ın yıldızları üzerine yükselteceğim
ve ta kuzeyde cemaat dağında oturacağım:
Bulutların yüksek yerleri üzerine çıkacağım,
kendimi Yüce Allah gibi edeceğim."
İŞAYA 14:12

İhsan Oktay Anar'ın ilk romanı;
Puslu Kıtalar Atlası...
Osmanlı zamanında Konstantiniye'de geçen, hayaller üstü ve rüyalar içi bir hikaye...
Göklerin yer olduğu yerde, bini bir paradan satan, dediği dedik,çaldığı düdük olanların hikayesi...
Hayali gerçek sananların, geceleri uyumak için değil rüyaya dalmak için yatanların hikayesi...

İçinde Descartes'in felsefesi de var Planck'ın Kuantum fiziği de.
Tabii içine girebilene, girip de görebilene ;)

"Boşluğun üzerine yüzeyi yayar
ve hiçliğin üzerine dünyayı asar"
EYÜB 26:7

25 Kasım 2008 Salı

Benzetmeyi Benzetme

Susurluk...
İsmi Su-sığırından geliyor.
Manda demek yani.
3 Kasım 1996 da Susurluk yolunda,
o iblis mercedesin masum kamyona çarpmasıyla,
Gazi tarafından vaktiyle, vaktinde siktir edilip de sonradan harimimize,
sinsi sinsi sokulan manda var ya;
işte o manda göle sıçtı...

21 Kasım 2008 Cuma

Çirkin Krallar Imparatorluğu - 3

Büyük küçük rol demeden her rolü tutkuyla oynayan biri Gérard Depardieu. Bu krallığın Fransız imparatoru. Gerçek bir 'ADAM'. Asil ruhlu bir insan.
Zarif bir bayanın, yanında güven duyacağı cinsten bir ruh.
Dahilerin gözbebeklerinde çizgiler benzer bir dağılım gösterirmiş, onun gözleri de bu ortaklıktan payını almış... Böyle denir hakkında. Doğrudur da kanımca. Oyunculuk olduğu kadar üzüm bağları da tutkusudur onun. Anjou'daki üzüm bağlarında
yetiştirir üzümlerini ve şaraba tat vermeden önce bi tadım alır lezzetinden.
Bir boksörü andıran vücut yapısına rağmen scooter binecek hatta binerken düşüp bacağını kıracak kadar da alçak gönüllüdür Gerard (Nasıl bir alakadır bu yahu :S).
Pek severim kendisini. Başrolünü Jean Reno ile paylaştığı 'Tais Toi' (Dost musun düşman mı?) filminde beni kırıp geçirmişliği de nicedir.

Kıç gibi burnuyla Castro'nun eski dostu, Fransız kadınlarının hayali sevgilisidir. Benim Çirkin Krallar Imparatorluğumun da Asterix'i...
Namıyla ilgili bir de espiri vardır ki akıllara zarar;
"Ben koş diyorum
Gérard Depardieu" :D

13 Ekim 2008 Pazartesi

Afrika Kuğusu; Savarona...













"Bu yatı bir çocuğun oyuncağını beklemesi gibi beklemiştim.
Meğer bana bir hastane olacakmış...
"



sarı zeybek aman şu dağlara yaslanır
yağmur yağar silahları efem ıslanır

bir gün olur aman deli gönül uslanır
eyvah olsun telli de doru efem şanına

eğil bir bak mor cepkenin efem kanına
karşı dağı aman kara duman bürüdü

üç yüz atlı beş yüz yaya efem yürüdü
sarı zeybek aman şu cihanda bir idi

eyvah olsun telli de doru efem şanına
eğil bir bak mor cepkenin efem kanına

2 Ekim 2008 Perşembe

Bir Son-bahar yazısı

Bu bir Son-bahar yazısı...
İnsanın kendi özüne, sanatın ve düşüncenin doğduğu yere; doğaya dönmesine dair bir yazı...
Rüzgarın şair sesinin duyulabildiği ve yıldızların uzak şehirler gibi selam ettiği yerdeyim.
Tekrar doğanın içindeyim. Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi...
Geceleri uyuyan bedenlerden ayrılır ruhlar burada ve görülmemiş diyarları, tadılmamış tatları tanımak için yol alırlar. Ağustosböcekleri sarhoş naralarıyla yol gösterir kaşif ruhlara.
Benim de ruhum dolanır bu gerçekler dünyasında.
Kör kaptanın denizfenerlerine bakıp bulduğu limanları gezer ve sağır sultanların işittiği denizkızlarının lirli ezgilerini dinler gizli kıtalarda.
Çıkar gelir tan vakti, uzanır bedenimin yanına. Bir ninni söyler kulağıma, anlatır gördüğüm düşleri bana.


Bir de nar ağacı var burada konuşan. İrili ufaklı, kırmızımsı cümleleri o kadar çok ki; boynu cenk sonrası yorgun bedenler gibi bükülmüş ve cümleleri teker teker dökülmüş yere. Yarılmış cümlelerden kelimeler toprağa saçılmış. Yine de susmuyor, her geçene bir cümlecik ikram ediyor.

Tabii bir de Su...
Günebakanları aşıp da geldiğim son yolculuğumdan kalan Su.

Aslında bir yasemin çiçeği...
Son gelişimde bahçenin girişine diktiğim ve adını Su koyduğum yasemin çiçeği...

Ona Su dememin sebebi???

Sebebi yok.
Onun adı Su...

Rüzgarla çiçeklerinin kokusu burnuma çalındığında beni alıp götüren ve kokusunu her içime çekişimde eski, güzel anıları hatırlatan Su...

Son-baharla birlikte yaseminleri üzerinde solmuş olsa da
kokusu hep aklımda...

23 Eylül 2008 Salı

Çirkin Krallar Imparatorluğu - 2

İşte imparatorluğumun en asil ve masum üyelerinden Charles Spencer Chaplin...
Namı diğer Charlie Chaplin
.
En son çocukluk yıllarında görmüştüm yüzünü filmlerde.
Şimdilerde pek rabet yok tv kanallarında ona ve onun gibilere...
Aslında bir yüz yıl kadar geç doğmuş olsaydı birlikte top koşturabilirdik, çocukluğumun geçtiği evin karşısındaki okul bahçesinde. Ya da ben erik yürütürken karşı komşunun bahçesinden, o etrafı gözetleyebilirdi sessizce.
Neden olmasın...
Benim gördüğüm Şarlo (Charlot) en az benim kadar sakar.
İyi anlaşırdık bence :)

Her iyi ve güzel şey gibi o da hayatın çirkinliğinden nasibini almıştı tabii;

Filmlerinde komünizm propagandası yaptığı için ABD'ye girişi yasaklanmıştı.
Oysa benim çirkin kralım ABD vatandaşlığını çoktan reddetmişti bile.
Bir ara kendisine İngiltere Krallığı tarafından 'Şövalye' ünvanı verilse de, o asıl şövalyeliğin gönüllerdeki Çirkin Krallıklar Imparatorluğunun bir ferdi olmakta yattığını hiç unutmadı...

19 Eylül 2008 Cuma

Çirkin Krallar Imparatorluğu - 1

Bastıkları toprağın bile gönlü dolar.
Adları "Çirkin" e çıkmış güzel insanlar...

Italyan olanlarından başlayacağım Krallığımı kurmaya.
Adriano Celentano tabii ki başta.
Bir arkadaş "Hayatın sol açığıdır bu adam" demişti.
İşte tam öyle.
Tanrının bir lütfudur kendisi bize...
Mutluyken daha mutlu,
Aşıkken daha aşık yapan cinsten biri.
Adriano Abi deyince akla gelen tabii ki sensin; Suzanna :D


"We sit together on the sofa
With the music way down low
waited so long for this moment
It's hard to think it's really so
The door is locked there's no one home
They've all gone out we're all alone

Su-sanna Su-sanna
Su-sanna I'm crazy loving you

I put my arm aroud her shoulder
Run my fingers through her hair
It's a dream I can't believe it
It took so long it's only fair
And then the phone begins to ring
And a strangers voice on the other end of the line
Says oh wrong number sorry to waste your time
And i think to myself
Why now
Why me
Why.......

Su-sanna su-sanna
Su-sanna I'm crazy loving you
Su-sanna Su-sanna
Su-sanna I'm crazy loving you

Again I sit myself beside her
Try to take her hand in mine
The moment's gone the feeling's over
She looks around to find the time
Then she says could we just sit and chat
And I think well that's that

Susanna Susannna
Susanna I'm crazy loving you

Still we sit here on the sofa
With the stereo on ten
The magic's gone it's a disaster
There seems no point to start again
She says I think I'd better go
She says goodbye and I say... NO!

Su-sanna Su-sanna
Su-sanna I'm crazy loving you
Su-sanna Su-sanna
Su-sanna I'm crazy loving you
I'm so crazy loving you
"

10 Eylül 2008 Çarşamba

İşte Geldi Sonbahar

Renkleniyor yine doğa.
Eylül çağırıyor bizi.
Tek renk yaz biterken, kızılların dansı şekillendiriyor sabahları.
Bulutlar kendini göstermeye başladı gök denen sonsuzlukta.

İşte geldi sonbahar. Çaldı kapımı. Açtım girsin içeri.
Süzüldü yavaşça aralıktan, dolaştı odamı.

İnsana dair bir şey bu. Duygularını şekillendiriyor insanın, düşüncelerini...
Ayrı bir mavilik katıyor size.
Başınızı döndürüyor.
Farkında bile değilken siz, alıp düşüncelerinizi başka diyarlara götürüyor.
Kendi değişirken, sizi de değiştiriyor...

Elmayı ısırdığımda damağımda bıraktığı tadı,
uyku dolu gözlerimi açarken yüzüme çarpan rüzgarın serinliğini değiştiriyor.
Kulağıma çalınan martının sesini,
ciğerlerime dolan havanın kokusunu değiştiriyor.
Gizemli bir değişim bu.
Dilimin altında yuvarladığım şarabın tadını değiştiriyor.

Doğanın büyüsü bu...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

A-Simetri

Asimetri beni güldürdü,
içi dolu bir sandığa götürdü.
Sandık sahibi ismet,
kattı beni sandığa bi kısmet.
Sandığı içeriden yürüttüm.
Kareyi geçip, daireden döndürttüm.
Dedim sandığın içinde bi terslik var.
Tersliğin içinde bi sertlik var.
Kör kaptana sordum;
'Altıgen'in kaç köşesi var?'
Kör kaptan dedi yalan dünya.
Kulağıma küpe oldu bu ya.
Geldim sandığın sonuna.
Sandık sonu bir deve,
önünde bir tepe...
Deve dedi 'Dur ey yolcu, geçemezsin'.
Dedim 'Deveeeee ehem Deve kardeş
A-simetri severleri koruma ve kollama derneği toplantısına yetişmem lazım. Nasıl çıkıcam bu sandıktan?'
Dedi 'Soracaksın bana bir muamma, bileceksin cevabını da amma'
'Hah' dedim 'Deve boynun neden eğri?'
Deve demez mi '
Asimetri' :-|
Yaa sandığa girdiğime inanıyorsun, devenin konuştuğuna neden inanmıyorsun?
İşte böyle dostlar.
Aslında bu dünyada her şey
Simetri.
Lakin bizim ruhlar biraz Asi.
Ondan görürüz bazen
ASİmetri ;)

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Bırrrr...

Reklam panoları kaplamış caddeleri.
Panolarından çıkıp hayatımıza giren renkler...
Heryerdeler.
"yerinde duramadığın bi'yer var mı bildiğin" yazanı da var, "güneşin doğuşuna binlerce kez şahit olduk" diye zırvalayanı da.
Vodafone'u, Advantage Card'ı, BP'si...
Reklam afişleri, dev billboardlardan ( Duyurumluk:) ) caddelere akıyor sanki.
Her hafta yeni bir yüzle karşımıza çıkıyor bu reklam panoları.
Sadece bize görünmüyorlar da. Artık konuşabiliyor da bu reklam panoları.
"Bırrrr" lıyorlar mesela.
Evet "Bırrrr" layan reklam panosu var.

Bugün servis beklerken önünde durdum. Biri "Bırrr" ladı. Dedim acaba uyanamadım da rüyamda mı servis bekliyorum. Şöyle bir silkindim, yine duydum aynı sesi.
Bakındım etrafıma. Yakınımda, yağmurlu günlerde altına sığındığım ve servis beklerken kendisiyle muhabbet ettiğim için adını MUTLU koyduğum, her büyük şehrin canlılara yaptığı gibi gövdesinde bıçak yaraları taşıyan, en az 50 yaşındaki kavak ağacından başka bir de bir reklam panosu vardı.
Hani tinercilerin canları sıkılınca camlarını kırdıkları reklam panolarından.
Panoya dikkatlice baktım. Üstünde bir Kola reklamı vardı ve arada sırada reklamdaki "BIRRRR" yazısı titreyerek ses çıkartıyordu :-|
Daha bunun şokunu atlatamadan, yolun karşısındaki apartmanın çatısında onu gördüm.

Turkcell'in tavuğunu...
Yaklaşık 3 metre boyunda, oturan boğa tadındaki tavuk maketini, üşenmemişler ve altı katlı bir apartmanın üzerine yerleştirmişler.
Büyükdere caddesi, boyluboyunca bu reklam tavuğunu izliyor.
Evet daha önce alış-veriş merkezlerinde bu maket tavuğu görmüştüm ama koca binanın tepesine koyacaklarını hiç tahmin etmemiştim.
Üzerinde reklam panosu taşıyan taksi görmüştüm,
duvarını boydan boya reklam kaplayan apartman da...
Ama çatısında reklam niyetine tavuk taşıyanı???
Anladım ki bu şehirde reklam panoları kimi insanlar için çok değerli.
Anladım ki reklam panoları yaşayan bir varlık.
Değişen, dönüşen, yeri gelince sıkılıp damlara çıkan ve hatta konuşan bir varlık.


25 Temmuz 2008 Cuma

Kışkırtıcı bir mavilik bu...

Sen...
Bu yazıyı oku. Ama dikkat et kışkırtıcı bir yazı bu. Seni sana kışkırtır.
Kendini kaldıramayacaksan okuma. Kendi kalbini kırdırır.

Söyle şimdi ne yapıyorsun? Nerdesin? Kimsin? Var mısın? Yok musun?
Demek düşünüyorsun, öyleyse varsın. Ben de düşünüyorum, öyleyse ben de varım.
Peki ya ben seni düşünüyorsam...
O zaman sen benim hayalimsin. Demek ki sen bir hayalsin. Öyleyse sen benim için yoksun, sadece bir hayalden ibaretsin.

İnsan söyledikleriyle mi vardır yoksa yaptıklarıyla mı? Belki de düşündükleriyle sadece...
Diyeceksin ki; insan hepsiyle var olur.
Haklısın insan düşündükleriyle, söyledikleriyle ve yaptıklarıyla var olur.
Ama ya düşüncelerin söylediklerinle çelişirse?
Söylediklerin yaptıklarının gölgesinde kalırsa?
Yaptıkların düşüncelerini kontrol altına almaya başlarsa?
O zaman ne yapacaksın?
Ne kadar var olacaksın?

Sevgilinin söylediği aşk dolu sözleri esen yele, akan suya yazabilir misin?
Ta ki o sözler, eylemlerle örtüşene kadar.
Çünkü sözler, eylemlerle değer kazanır ve VAR OLUR.
Bunu yapacak cesaretin var mı?

Düşüncelerin başka diyarlara dair hayaller kurarken, sözlerin seni burada kılabilir mi?
Düşüncelerin oradayken, sözlerin buradaysa sen NERDESİN?

Ya bugün yaptıkların, geçmişe dair düşüncelerini yok etmeye başlarsa?
Varlığından emin oldukların, eylemlerinin altında kalıp yok olursa?
Sakinliğini koruyup kendinle yüzleşebilecek misin?

Söyle bana sen kimsin? Kimin kopya suretisin?
Düşünerek mi varsın? Yoksa benim seni düşündüğüm kadar mı?
Bir bakarsın düşüncelerin kadar varsın, bir bakarsın düşlendiğin kadar yok olmuşsun.

Şimdi cesur ol,
klişelerini bir kenara bırak,
geçmişinden sıyrıl ve kendine itiraf et;
Söyle bana SEN NE KADAR VARSIN?

22 Temmuz 2008 Salı

Mavi bir tatilin ardından...

Zaman geçti.
Tatile gittim.
Yollar, köprüler geçtim. Ayçiçek tarlalarına baktım.
Güneş yükseldi soldan, güneye yol aldım.
Didim'deki yazlığımıza vardım.
Ege çekti yine beni, kattı kendine.
Sevindim. Yedim, içtim, eğlendim. Eski dostları gördüm
, güldüm.
Haa bir de yüzdüm bolcana.
Daldım düşündüm suda; Bu balıklar ne hayal eder suyun altında?
Zor olmadı cevabı bulmak.
"Aaa ne güzel deniz...! Aaa deniz ne güzel...! Vay ne kadar da derin bir deniz...! Ooo denize bak abi...!"
Yo yo yo böyle değil. Balıklar düşünmezler.
Balıklar sessizdir, anlamsız bir sakinliğe sahiptir.
Balıklar düşünmezler, çünkü balıklar her şeyi bilirler.
Suyun altında ben de bir balık gibi her şeyi bildiğimi hissettim.
Ama sadece suyun altında :)
Şimdi geri geldim.
Tatilin kötüsü olur mu hiç?
Olmadı da...
Galiba hala tatil tadındayım.

Bu tatil maviydi. Mavime mavi kattı ;)
O zaman haydi herkes tatileee...!

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Mavilikler karanlıkta yok olmaz

Karikatür Cumhuriyet Gazetesi'nden alıntıdır.

Ergenekon Çetesi yeni mi?
Ben daha çocukken duydum bu çetenin adını.Üzerine kitaplar da yazıldı belgeseller de çekildi. İşin trajik yanı bundan 15 sene önce Ergenekon Çetesini araştıranlar, bugün o çetenin üyesi olmakla suçlanarak içeri alınıyorlar.
AKePe nin %47 oy almasının ertesi günüydü. "Musa'nın Gül'ü", "Musa'nın Çocukları Tayyip ve Emine", "Kanla Abdest Alanlar" gibi kitapların yazarı Ergün Poyraz, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandı.
Tam 11 aydır tutuklu ve hakkını savunabileceği bir dava bile ortada yok.
Tam 11 aydır devlet(!) tarafından kaçırılmış durumda.
Çünkü neyle suçlandığını bileceği ve kendini savunacağı bir iddianame bile ortada yok.
Ya bu insanın ailesi, çocukları, eşi, dostu... Onlar tam 11 aydır çaresizlik içerisinde bir umut diyerek beklemiyorlar mı?

ATO Başkanı'nın Sinan Aygün'ün Nisan 2008'de, şans eseri, şohbeninin içinde bulduğu Glock marka suikast silahı, o gün bulunmasaydı ne olacaktı?
Bugün delil olarak kullanılmayacak mıydı?

İsviçre'de, "Ermeni Soykırımı tarihi bir yalandır" dediği için gözaltına alınan ve bu ülkeyi yönetenler susarken İsviçre mahkemesinde tek başına Türkiye'yi savunan Doğu Perinçek bu ülkeyi sevmediği için mi bu mücadeleyi vermişti.

Peki ya Mustafa Balbay? Kendisi uzaktan akrabamdır. Aynı zamanda Aydın'ın Nazilli ilçesinden hemşerimdir. (sanırım bu bilgiler beni de içeri almaları için yeterli(!))
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni birincilikle bitirmiştir. Şimdi eli kanlı bir çetenin üyesidir(!). Hadi canım, ömrünü gazeteciliğe adamış, karıncayı bile incitmeyecek karaktere sahip bir insan, nasıl olur da karga tulumba gözaltına alınabilir. Üstelik biri yeni doğmuş, diğeri ilkokula yeni başlayan çocuklarının gözleri önünde. Kim bunun açıklamasını yapabilir?

Daha seçimler öncesinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, "Ümraniye'de bulunan bombalara dikkat edin. Bunun arkası gelecek" dememiş miydi?

Elimizi vicdanımıza koyalım ve düşünelim dostlar. Bu gözaltıların hepsi bir hesaplaşmadır.
Haa Ergenekon'u mu merak ettiniz? Buyrun bu belgeseli izleyin ve Ergenekon Çetesine neden kimsenin dokunamayacağını, bugünkü soruşturmayla asıl Ergenekon arasında neden hiçbir ilişki olmadığını görün. Ergenekon Çökertilemez. Bu ülkede işbirlikçiler var olduğu sürece Ergenekon yaşayacak ve Uğur Mumcular bombalanmaya, aydınlar Sivas'ta yakılmaya devam edecek...
Ergenekon Belgeseli ->

Gelsin jandarma, polis karakoldan fikrim firarda, mapusa sığmaz...

24 Haziran 2008 Salı

Şaka mısın?

Sabah işe gidiyordum bir kedi gördüm. Kedi bana selam verdi, ben de kediye selam verdim. Derken ağacın üstünden bi sincap uçarak geldi ve bankamatikten para çekti.
Tam sincaplar uçabilir mi diye düşünüyordum bizim servis şöförü uçakla kaldırıma yanaştı.
Koştum atladım servise. Hayırlı olsun yeni mi aldın abi uçağı dedim? Meğer yeni değilmiş baba yadigarıymış, garajda sakladığı için bu kadar gıcır durumdaymış ayrıca üstü de açılıyormuş.Süper bi alet, görmelisiniz.
Köprüde trafik vardı ama biz altından geçtiğimiz için bizi ırgalamadı.
Tam Anadolu tarafına geçiyorduk camda bir UFO belirdi. Neyse işte UFO beni kendi içine çekti.
Baktım Bugs Bunny de orda. Hayır senin burda işin ne? Bu vakitlerde sabah çizgi filmlerinde olman gerekmez mi dedim. Tabii işi kaytarmanın verdiği mahcubiyetle utandı biraz. Yüzünün kızardığını görünce gülümsedim, olsun bi gün de sen dinlen dedim. O da bana güldü.
Alien abi geldi o sıra. Dedi senin beyninde deney yapıcaz biraz. Dedim beşeri bilimlerin gözünün yağını yiyim Alien abi hem bak senin adın Alien benim adım Ali bundan sonra senin ki Mustafa Alien olsun dedim, kabul etti. Zaten dünden razıydı. O da Mustafa Kemal Amca'yı çok severmiş. Hatta Mars'ta "Mustafa Kemal gibi yürekli olmak" diye de bir Çin atasözü bile varmış, ondan da bahsetti.
Muhabbet koyulaştı tabii. Derken içerden Ak Sakallı Dede çıka gelmez mi? Meğer Ak Sakallı Dede uzaylıymış. Ondan hiç beklemediğimiz yerlerde bir anda çıkıp özlü sözler söyleyip gidermiş. Ama abartacak da bişi yok sandığınız kadar uzun boylu değil. Hatta biraz tıfıl. Ayrıca sayısal sonucunu da bilmiyor. Ya da bana söylemedi !%&? Bak sakalından utanmayasıca...
Neyse sonra servisin otomatik kapı sesine uyandım. Gözümün teki açılmadığı için, tek gözle iyi günler dedim şöföre.
O da gülümseyerek Bugs Bunny'ye selam söyle dedi :-|

23 Haziran 2008 Pazartesi

Bir mahur gazel

Sokak aralarında koşuşan çocuklar...
Katarlar gibi sıra sıra park etmiş arabalar...
Ve her köşebaşından gelen bir ses...
Bu şehirde bir tek düzelik var.
Birileri böyle istiyor diye değil, eğriler(!) düzelsin diye kendiliğinden oluşmuş bir düzen bu.
Kendini bulmak pek bir zor bu düzende. Kendine ÖZü yaratmak.
Çünkü suyun yönü belli, değirmenin de keyfi yerinde.

Bu şehirde tuzaklar var.
İçine düşenleri farkına vardırmadan kaplayan tuzaklar...
Geceler karanlık, sabahlar serin bu şehirde...
Ve sahil kenarları hep dolu havası güzel günlerde.

Bu şehirde bir koşuşturmaca var.
Martılar motorlardan saçılan simitlerin, kediler anason kokulu sofralardan artan balıkların peşinde.
Sakla beni bulmasınlar
sabaha kadar diyecek, aşk dolu gönüller pek az sanki.

Bu sabah gördüm bir kız bu şehirde.
Kolunda çantası gidiyordu işine doğru.
Önceleri şehrin fertlerinden biriydi de bir anda küçük bir fark çarptı gözüme.
Biraz hızlı gidiyordu bu kız işine.
Kotunun dizlerine geçirmiş iki dizlik, ayaklarında patenler, gidiyor pek bir hızlı.

Dedim mavi yürekler var bu şehirde.
Şehrin tuzaklarına gülüp geçmiş, özgür kalmayı başarmış, umutlu yürekler.
Kendine öz olanı seven ve onunla yaşamayı tercih eden, tutkulu yürekler var.
Ellerin zoruyla yardan geçenlere inat,
Aşkın şarkısını okumuş, sevdalı yürekler...

20 Haziran 2008 Cuma

Deniz olunmalı oğlum


Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık,
dibinde mavi yosun,
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o,ne o...

Deniz olunmalı oğlum,bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla...


Nazım HİKMET

12 Haziran 2008 Perşembe

Benim de bir çift lafım var

Her haberde, her manşette o kız var. Başlık hep aynı "Humeyni'yi seviyorum, Atatürk'ü sevmiyorum".
Ardından da eklemişler "O kız ilticacı çıktı. 2 saatte Kanada vatandaşlığına alındı."
Üzerine söylenecek çok söz var aslında. Uzun uzadıya araştırıp, nokta atışlı sosyolojik analiz yapmak da mümkün. Belki de gerekli ama ben küçük bir matematik yapmak istiyorum, bir çift laf da ben söylemek istiyorum.
"Humeyni’yi seviyorum.
Atatürk’ü sevmiyorum.
Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman... Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı."

Demiş arkadaşımız(!).

Şimdi arkadaşım;
Nene Hatun'a sorsan Maraş'a hiç gittin mi? Der ki sana Erzurumdan dışarı hiç çıkmadım.
Neden mi? Çünkü Nene Hatun Erzurumlu da ondan.
"Sütçü İmam ilk ateşi açtı..." Sütçü İmam eline silah almasından tam 6 ay öncesinde gazeteci Hasan Tahsin ilk kurşunu İzmir'de sıkmıştı bile. O da aslında sembolik bir yaklaşımdır Kurtuluş Savaşı için. Çünkü ilk kurşun Trakya ve Ege dağlarında çoktan sıkılmıştır.
Ayrıca Maraş'taki mücadele Çakmakçı Said'in, "Gavur oğulları..." diyerek Fransız Lejyonerlerinin üzerine yürümesi ile başlamıştır. Elinde de sıkılı yumruğundan başka bir şey yoktur.

Arkadaşımız(!) bir de eklemiş, dönemin sosyolojik yapısını incelemiş ve demiş ki "...insanlar hep müslüman...".
Osmanlı topraklarındaki gayrimüslim sayısından pek bihaber sanırım. Kaynaklar açık ve net bir şekilde "ŞEHİT" listesini yazıyor ve aralarında Ermeni,Rum,Kürt ve hatta Yahudi bir çok vatandaşın olduğu görülüyor.
Ayrıca, o taptığın İngilizler'in bu savaşı başlattığından da habersiz olman ve "
Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı." şeklinde saçmalaman için ne desem az.
İngilizler geçmişte, Kuzey Amerika'dan Hindistan'a, günümüzde de Irak'a Afganistan'a kan ve ölümden başka hiçbir şey getirmemişlerdir.
Kurtuluş Savaşı'nda Ermenilerin elinde de Yunanların elinde de İngiliz silahları vardı.
Senin atalarının elinde ise Rus hibesi silahlar vardı. Çanakkale'de verdiğin 200 bin şehidin sebebi yine o çok sevdiğin İngilizlerdi.
Bilmem bilir misin?
Senin özgürlük anlayışın nasıl bunu bilemem ama bil ki bugün çıkıp televizyonlarda bu kadar kolay zırvalayabiliyorsan, Atatürk'ün kurduğu bu özgür ortam sayesinde.

"Atatürk'ün yetkiyi padişahtan alırken yani saraydan alırken laik bir Cumhuriyet kurmak için aldığını düşünmüyorum..."
Belli ki arkadaşımız(!) Nutuk'u hiç okumadığı gibi Vahdettin'in Atatürk ve arkadaşları hakkında ölüm kararını tüm yurda dağıttığından da habersiz. Ne yetkisinden bahsediyorsun?
"...Vahdettin gibi özgürlüğünü ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar bayağı bir yaratığın,bir dakika dahi olsa bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne üzücüdür..." (Nutuk).

Senin anlayamadığın, bu memlekette herkes doğduğunda (sözüm ona) milliyetçi,Atatürkçü ve müslüman doğuyor.
Bilinmiyor ki hepsi için de çok okumak çok araştırmak gerekiyor ki ne olduğunu iyi anlayasın.Durum böyle olunca herkes milliyetçiliği, Atatürkçülüğü ve müslümanlığı kullanıyor.
Demek ki neymiş benim armut arkadaşım(!), cehalet başa belaymış.

Padişah ilk sarığı çıkartın fes giyin dediğinde, millet ayaklanmış, şeyhülislam "Gavur giysisidir, olmaz." demiş ve sonuçta şeyhülislamın kellesi gitmiş ve herkes fes giymeye başlamıştır. Ama kimse dinden çıkmamıştır. Seneler sonra Atatürk, şapka giymeyi işaret ettiğinde, "fesi çıkartmak gavurluktur." denmiş ama erkek fesi de çıkartmıştır. Bu topraklarda erkeğin dini ile kafasına taktığı arasında bir ilişki olmadığını anlaması 500 yıl sürmüştür.
Kadın için de sanırım bu süreç işlemek zorunda...

"Velev ki siyasi simge, ne olur..." diye düşünüyorsan benim cahil arkadaşım(!).
Söyleyeyim sana ne olur;
Sen armut olursun, armutlara yazık olur...

9 Haziran 2008 Pazartesi

İşte böyle delicesine...

Bir gün yolda yürüyordum, durdum düşündüm.
Dedim ki;
Gördüklerime öfkelendim.

Duyduklarımla hayrete düştüm.
Yoruldum da vazgeçmedim, devindim durdum.
Kötü öksüz bir dünya bu dedim.
Akıp gittim bu dünyanın içinde, bazen hüzünlü ve kırık bazen de coşkulu ve yürekli bir yaşamda...
Söylemediklerime hep hayıflandım da söylediklerimle mi var oldum?
Kentler, köprüler, uzayıp giden yollar...

Hepsini gördüm ve hepsi de benim hayatımı gördü.
Daha sanatçı ruhluydu hayatım ama siyasetten de hiç kopamadım.
Hep dedim "siyaset çok çirkin bir şey,değiştiriyor insanı...". Dedim de, büyük balığın küçüğü yutmasına da susup bakamadım.
Bizden kopup bize akan çorak ilde seller bizimdi. Yanıp gitmişti gökte mavi. Yere yağan küller bizimdi.
O yangın yerinde yürüdüm bir damla da ben olurumu umdum.


Deniz kokusunu aldığımda fark ettim Maviyi.
Şair İstanbul'u gözü kapalı dinlemişti ya hani ben o kadar duygusal olamadım. Açtım gözümü yumdum sözümü baktım durdum.
Çok güzel arkadaşlarım oldu, çok kötüleri olduğu kadar.
Alemlere gittim ama yine dilim sivri kaldı, rakı, roka kar etmedi.
En çok da kuşlara özendim. Bu kadar kutsanmış varlıklar olmalarını hep hayretle karşıladım.
Düşündüm uzak diyarları.
Görmediklerimi ve bilmediklerimi...
Doğdukları yerde ölenleri...
Ufka baktığımda biliyordum yalnız değildim. Onlar da bana bakıyordu diğer taraftan.
El salladım, hiç tanışmadığım ve belki de hiç tanışmayacağım dostlarıma.
Dostoyevski söylemişti, "Dünyayı güzellik kurtaracak..." demişti Budala romanında.
Anlatamadım güzelliğin içimizde olduğunu. Belki de ben yeteri kadar anlayamadım.
Çok uzaklardan geçen gemilere daldım. Hep merak ettim gelirler de bir yerden, giderler nereye?

Rüzgar hep önemliydi benim için. Uçurtmayı uçuran oydu, yelkenleri doldurduğu kadar.
Şarkılara sığınırdım yaprakların döküldüğü zamanlarda.
Anlaşılmayı bekledim, anlamaya çabaladığım kadar.
Güldüm...
Evet çok güldüm.
Ağız dolusu güldüğümü hatırlıyorum çok defa.
Türküler söylediğim zamanlar sanki biraz geride mi kaldı ne?
Ha bi de bulutların kimi zaman bana gülümsediğini hatırlıyorum.
Konuşan ağaçları ve şakalaşan yıldızları...
Ay hep huzur doluydu, onu hiç sinirli görmedim.
Akan sular susmayan ozanlar gibiydiler, gelirdi sesleri kulağıma, dağdan ovaya.
Sarp kayalar vardı, bilge edasıyla oturur göğü izlerlerdi.
Hınzır bir çocuktum kimi zaman, bilirim.
O günler gitti gider diye düşündüğüm çoktur, neye yarar hayal kurmak o yıllar gitti gider dediğim.
Bunları derim de gelecek günleri de iple çekerim.
63 yaşıma girdiğim gün 'Üstad sanki biraz yaşlandın mı ne?' diyeceğime söz verdim kendime.
Bu sözümü hatırlarsam da '63 oldun ama bak zehir gibisin, hala sözlerini hatırlıyorsun, seni seni ;)' diyeceğim ama.
Kar altında deniz düşü işte benimkisi. Kıranlara selam olsun.
Bu kadar kısa sürede bu kadar çok şeyi nasıl düşündüğümü de düşündüm.
Aslında beklediğim minibüs önümden geçip gitmese, düşünmeye de devam edecektim sanırım :)

Dedim kendime '
İşte böyle delicesine, onurlu bir şey yaşamak...'

29 Mayıs 2008 Perşembe

Çarşı Özgür Bir Ruhtu...

Tüm gazeteler yazıyor: 'Çarşı kendisini feshetti...'. Birçok yerde telekulak haberlerinden, AKePe nin rüşvet skandallarından, Fatih Terim'in ilginç 'Euro 2008' kadrosundan ve hatta ekonomik çöküş haberlerinden bile önce geliyor Çarşı'nın fesih haberleri.
Evet, kimilerinin yere göğe sığdıramadığı, kimilerinin gıptayla baktığı, bir çoğunun da 'Serseri sürüsü' diye nitelendirip köşeye attığı Çarşı... Kimisi için övünç kaynağı, kimis
i için adını ağzınıza aldığınız anda parçası olacağınız bir utanç silsilesi.
Kimse bilmezdi
de gerçeği, vardı herkesin bir fikri...
"Asi Ruh" lakabıyla kendini duyurmuştu oysa ki. Sadece taraftar değillerdi. "Çarşı bir ruhtur" idi.
Çok şey söylenip, yazılıp çizilebilirdi üzerine. Öyle de oldu. Varlığı kadar yokluğu da çok konuşuldu.

Ya bizim için neydi Çarşı? Biz üniversite okumuştuk ya hani, yakıştıramıyordu kimse bizi o serserilerin(!) yanına. Çarşı lehine söylediğimiz her söz karakterimizden yitirilen bir parçaydı sanki. Çarşı'yı savunamazdık, savnumamalıydık da kimilerine göre. Çünkü biz medeniydik(?). Çünkü okumuş, görmüş, geçirmiştir. Çapulcu takımıyla nasıl yanyana dururduk? En yakınımızdakiler bile en kötü yönümüz olarak hep Beşiktaşlı olmamızı, Çarşı'yı desteklemimizi gösterdi de biz hep gülüp geçtik.
Çünkü biz biliyorduk ki zor olanı başarıyorduk. Nükleersiz Türkiye'yi savunuyor, ormanların yok edilmesine karşı çıkıyorduk. Tiyatrolarımızı yıkıyorlardı da kartel basının yapamadığını biz yaparak bunu milyonlara duyuruyorduk. HASANKEYFine baksın istedik. Kartal penCHE'sini herkese gösterdik. Siyanüre karşı çıktık. Kaz Dağlarına sahip çıktık. Tanka karşı TAŞdık, savaşa karşı BEŞİKTAŞ...Hrant Dink öldürüldüğünde 'Hepimiz Ermeniyiz' gibi hissetmiş ve bu acıyı paylaşmıştık. Belki çok kişi bizim gibi hissediyor, bizim gibi düşünüyordu ama biz bunu 30bin kişi bir ağızdan haykırabiliyorduk. Bir hakem Nouma'ya "21 numaralı Zenci futbolcu mu?..." demişti de 'Hepimiz Noumayız, Hepimiz Zenciyiz' sloganını icat edivermiştir. Daha sonra bu slogan değişip 'Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant Dinkiz' olup, bizi cehaletle suçlayanların diline dolanmıştı da biz bu gaflete gülümsedik. Çarşı demek mücadele demekti bizim için. Kendi aramızda konuştuklarımızı, milyonlara duyurmanın yoluydu.
Biz Çarşu Ruhuna inandık. Çünkü Çarşı Ruhu sadece taraftar olmak demek değildi. Çarşı heryerde ezilenin yanında olmak demekti. Somali'de açlık çekenin acısını, Filistin'de zulüm görenin isyanını yüreğinde hissetmekti ve bunu hepbirlikte haykırmaktı bu ruh. Bozuk düzene İSYANdı.
Tepkimiz kimi zaman kendi formamızın üstündeki 'Cola Turka' yazısına ağız dolu küfür etmekle oldu, kimi zaman da taa İspanya'da Etoo'ya zenci diyerek ırkçılık yapan taraftarlara 'Hepimiz zenciyiz, Hepimiz Etoo'yuz' diye pankart açamakla.
Çevik kuvveti hiçbir zaman sevmedik de ara sıra, onlar da insan diyerek, 'Çevik kuvvet beyaz deseneee' diye takıldık. Hiçbir zaman, kimileri gibi, kendi takımımızın müşterisi olmadık.
132 Desibellik bağırdık, dünya rekoru kırdık ama
Yaser Arafat öldüğünde binlerce kişi, İnönü Stadı'nı sessizliğe boğup, saygı duruşunda durduk. Sevgililerimize hep BEŞİKTAŞ forması giydirmeye çalıştık ki iki ayrı tutkumuzu birarada görelim istedik. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünü hep özledik, çünkü üçü de üniversiteliydi.









Maça girerken, içip küfür edenleri yan gözle süzdük. Arka sırada oturan 70li yaşlardaki, düzgün giyimli İstanbul Beyefendisinin maç hakkındaki yorumunu hep merak ettik. Slovakya'da Çarşı'nın ününü duyup onu izlemeye İnönü stadına gelen turi
stlere hayret ettik. Nazım Usta'nın şiirlerini de besteledik, Mahsun hıyarının şarkılarını da değiştirdik. Maçlara görmeyeni de gelirdi, duymayanı da. Çünkü Çarşı bir ruhtu ve onu hissetmek yeterdi.
Eşber Yağmurdereli hiç bizi yalnız bırakmazdı, tabii biraz DÜŞÜNDÜĞÜ vakit onu içeri tıkarlardı da o yine de çıkar çıkmaz İnönü'ye koşardı. Yanlış bilinmesin KÖRÜ KÖRÜNE sevmezdi Beşiktaş'ı.
"Endüstriyel Haysiyetsizlikler" diyerek hep dillendirdi içimizdeki çakıl taşlarını. Ama yazı yazan kalemine vurulmuş gibi sahiplenirdi bu ruhu.
Bizim için Çarşı üç beş kişi değildi, kimi zaman direnmekti, kimi zaman desteklemek. Çarşı karamizahtı; Kapıkule sınır kapısının duvarına "Çarşı kaçakçılığa da karşı" yazmaktı. "Küresel yaz 1903'e gönder, küresel ısınma" diye pankart açmaktı. Hatta bu alemde iki büyük vardı.Biri Beşiktaş'tı diğeri 70'lik rakı.
Bizim için futbol asla sadece futbol değildi...
Çarşı da sadece bir mekandan ibaret değildi....

Düzenleme: Bugün (30 Mayıs 2008) Ece TEMELKURAN'ın ÇARŞI ile ilgili yazısı geldi. Eklemek istedim; yazi icin tiklayin.

27 Mayıs 2008 Salı

Cannes Film Festivali 2008


"Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum"
Cannes'da en iyi yönetmen Nuri Bilge Ceylan...
Teşekkürler! YALNIZ, GÜZEL ve DAHİ insan.


Porta Rikalı Benicio del Toro, canlandırdığı Ernesto da le Serne Guevara (CHE) karakteri ile "Best Actor Award" (En İyi Oyuncu) ödülüne layık görüldü. 258 dakikalık, 'The Argentine
' ve 'Guerilla' isimli iki parçadan oluşan film yakında gösterimde olacak.
İşin komik yanı, varlığına tahammül edemeyenlerin, yokluğunda hayatını canlandıranları ödüllendirmesi...CHE'nin ödülü ise vücudunda sakladığı kurşun çekirdekleri...

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Yağız atın kakası seyrek düşer

Çok sevdiğimiz atalarımızın, nacizane laflarından birini işleyeceğiz bugün. Nedir atamızın bu nacizane sözü? Başlıktan da anlayacağınız üzere,orjinal şekliyle; "Yağız atın b.ku seyrek düşer".
Şimdi efenim bu lafın yüklü olduğu manayı, maddi ve manevi olarak inceleyelim. Şöyle ki; fiziksel açıdan baktığımız vakit ki Euklides uzayını kullanmamız gerek ve şart koşulumuzdur, elimizde bir at var ve kendisi hızla koşmakta. Atımızın hızına V(at) metre/saniye diyelim. Atalarımız demiş ki atımız hızlı ise kakası seyrek düşer. Yani V yi arttırdığımız vakit iki kaka arasındaki mesafe artacaktır.
İki kaka arasındaki mesafeyi YOL = HIZ x ZAMAN eşitliğimizi kullanarak bulacağımıza göre, iki kaka arasındaki mesafeye L dersek;
L = V(at) x t(birim zaman) olacaktır. t zamanımız birim zaman olduğundan sabittir. Yani atımızın yağızlık derecesi arttıkça V(at) hızımız artacak ve L -iki kaka arası mesafemiz- de artacaktır. Oynama kızım arkadaşınla dinle burayı... ne diyordum evet, yani neymiş atımızın V hızı arttıkça L mesafemiz metre cinsinden artarmış.
Atalarımız da bu fiziksel olguyu bir cirit oyunu sırasında gözlemleyerek aynı sonuca ulaşmışlardır. Diyalog şöyle gerçekleşmiştir;
Ata1: uy pu peygurler niye pok dökiyiii
Ata2: akkaten bilmez misin be yauv, saklamıştır samanı gekmiştir işte zamanı be yau.
Ata3: yağız atın boku seyrek düşee gari ya ben bi bazara varen gelen...
Buna benzer bişiler işte...
Fakat tanıtladığımız önermenin tersi geçerli değildir. Yani 'seyrek düşmüş dışkıyı, atın makatına sokarsak bu at hızlı koşar' mantığı yanlıştır. 6lı ganyancılara duyurulur, deneyip atı telef etmeyiniz...

Evet bu atasözümüzün maneviyattaki karşılığı ise ayrı bir tartışma konusudur.Buna özet olarak Beşiktaşımızın ilk olarak öne geçtiği her maçı kaybetmesi örneği verilebilir.(Bkz: Beşiktaş - Sivasspor maçını 1-0 dan 1-2 kaybetmiştir.)
Lakin bu atasözü bize bir çok konuda ışık tutmaktadır. Göktürklerin felsefe ve fiziği nasıl yoğurduklarına güzel bir örnek teşkil etmiştir. Zaten biz Türkler acayip de zekiyizdir. At üzerinde ok atabildiğimiz için atlarımız da aynı zamanda koşarken zıçabilir.Yeryüzünde atları da ilk evcilleştiren bizlerizdir. Eskiden yola, ortalığa zıçan atlarımız Türklerin evcilleştirmesi ile önce alaturka tuvaletlere ayakta akabinde de alafranga tuvaletlere oturarak malum dışkılarını serbest düşüşe bırakmaya başlamışlardır.

Evet çocuklar bugünkü dersimizin sonuna geldik. Aldığımız dersi özetlersek; her sakallıyı atanız sanmayın, her lafına da kanmayın. Hadi bakiim bahçeye...

Kim kazanmış?

Nedir eurovision da birinci olmak? Ya da genel olarak "kazanmak" kavramı?
Senin dışındaki herkesi geride bırakmak mıdır yoksa sen sevinirken diğerlerinin bakması mıdır?
Bu sorulara "hayır kesinlikle öyle değildir" diyecek çok insan var. Ama bizim bu şarkı yarışmasında(!) kazandığımızı düşünen...!
Herkes sahne şovundan bahsediyor. Mor ve Ötesi'nin sahne şovu yokmuş da bilmem neyin harikaymış da ondan kazanamamışız da... Laf !
Mor ve Ötesi grubunu eurovision a gönderme kararı alanlar ne bekliyorlardı acaba çok merak ediyorum?Sahnede taklalar atıp ışık şovlarıyla herkesi hayrete düşürmelerini mi yoksa -kazanan(!) Rus arkadaşların yaptığı gibi- ellerine türk bayrağı alıp milliyetçilik nidaları atmalarını mı? Bizim özümüzden olanı sergilemeliyiz, dümbelek olmalı, saz çalmalı, dinleee diye haykırmalı zırvalıklarına girmek bile istemiyorum.
Kendi adıma söyleyebilirim ki; Mor ve Ötesi Türkiye'yi gururlandırmıştır.Titiz çalışılmış, sanatın eleştirel ve insani yönünü de ortaya koyan bir müzikle çıkıp sanat yapmışlardır.Prodüksüyon da çok kuvvetliydi.Emeği geçen herkese bin bir teşekkür etmek gerekli.Orada sahneye çıkıp şov yerine gerçek sanat yapma cesareti gösterebilen nadir gruplardandılar.
Bu sebepten belki "Türkiye" kağıt üzerinde kazanamadı ama BİZ kazandık...

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Ruhum Kaptan Mağar Adamı gibi

Oturmuş ruhum yazı yazıyor küçük ofisinde, kocaman gözlükleri...Bilmez kimse gerçek kimliğini.Gazeteci kimliği Chester, yazar da yazar...Bir yardım çığlığı duydu mu, hemen koşar ya da uçar.Yeterli yatırımı olmadığı için ruhumun, kostumünü giyemez ama kıllıdır ruhum.Geceleri karanlık, gündüzleri de kıllarıdır tek giysisi.Hal böyle olunca sadece ofisteki askının arkasından yıldızlar çıkartır ve o utangaç, çekingen ruhumun yerinde artık gözlük yerine tokmak taşıyan bir bıçkın vardır.
Hemen yola koyulur, fırladığı gibi camdan atar naralarını; 'Kaptan Mağara Adamı geliyooor anacıııııIIIIıııIIIIıııımm...' ve güm!!! Hep de önüne çıkacak bir duvar bulunur ruhumun ve duvara çarpar ruhum.Yok yok bu sefer olmaz der ve kafasında uçuşan yıldızları kovalayarak yola devam eder.Tam olay mahaline varacaktır ki bu sefer de motor teklemeye başlar.Havada çat pat sesler çıkartarak yere süzülür ruhum.Olay yerine harkulade bir düşüş gerçekleştirir.
Clark Kent'ten ya da Peter Parker'dan farksızdır aslında.Onlar gibi gazetecidir boş zamanlarında.Ama ne Süpermen gibi duvarın arkadasını görebilir ne de Spiderman gibi kıçından başından ağ atabilir.Tek yapabildiği tüylerinin arasından eşyalar çıkartmaktır.Gerçi hiçbir zaman gereken eşyayı gerektiği zaman bulamaz benim ruhum ama olsun.Genellikle buzdolabı ya da dinazor çıkartır tüylerinden.Her süper kahraman arada teklemez mi canım.Spiderman'in de arada ağı bitmiyor mu?Süpermen'in de uçabilmesi için "Yukarı,yukarı ve ileri" demesi geremiyor mu?Bağla şimdi Süpermen'in ağzını,bitti bütün numarası.
Neyse durum böyle olunca, herkesin kahramanı ya yağmurda güzel kızı kurtaran Spiderman ya da alevlerin arasından bebeği çekip çıkartan Süpermen olur.Benim Kaptan Mağara Adamı ruhum hep bir adım geride kalmıştır.Hep o karşısına çıkan duvardır suçlu.O duvar olmasa tüm sorunu bir çırpıda çözecektir.Yangın yeri için bir
Süpermen, kurtarılacak kız için bir Spidermen çıkartabilir tüylerinden oysa.Hiçbiri olmadı Hong Kong Phooie'yi çıkartır cebinden, o her şeyi çözer.
Olsun,büyüklerin kahramanı olamasa da çocukların eğlencesidir ruhum.Üstelik en iyi arkadaşı Kurabiye Canavarı, çok sevdiği komşusu da Snoopy'dir.Ediyle de tavla atar ara sıra.Herkese nasip olmaz böylesi değil mi ama... ;)

8 Mayıs 2008 Perşembe

Hıdrellez 2008

Bahar geldi...
Dediler ki; kutlamak lazım.
Dedim; tamam, yapalım bi güzellik.
Dediler ki; güzellik var Ahırkapı'da. Hıdrellez şenlikleri var. Baharın gelişini kutluyor insanlar.
Dedim ki; harika, gidelim, görelim, eğlenelim, paylaşalım... Bahar da bu demek değil mi?

Pazartesi günü işten çıktıktan sonra, yoğun bir trafiği aşarak gittik Ahırkapıya.Sultanahmetten iniyorduk ki eğlence alanına, sesler çalındı kulağımıza.Tam bir karnaval havası.
İnsanlar rengarenk, tüm sokaklar süslenmiş...
Kemerler, ışıklar, çalgıcılar...
Her köşebaşı ayrı bir ahenk, her yer tıpkı bahar gibi mutlu.
Coşkuyu iliklerinizde hissediyosunuz.İstemeden yüzünüzü kaplayan gülümseme,ruhunuzu da ele geçiriyor ve Hıdrellezin akan coşkusuna kendinizi bırakıveriyorsunuz.Bir an
da tüm kaygılarınız,esaretliğiniz coşku selinin içinde yitip gidiyor.
Davul sesleri yaklaştıkça, klarnetin ahengini kepçe-kulak bir şekilde bekliyorsunuz.
Hani derler ya "anlatılmaz, yaşanır", işte Hıdrellez için söylenecek tek cümle bu sanırım.Çünkü bu kadar farklı kültürden insanın (Şoparı,turisti,romeni,arnavutu... herkes orda), bu coşkuyu paylaşımını anlatacak fazla kelime yok.
Tam bir balkan rüzgarı esiyor sokaklarda.
Baharın gelmesini kutlamak da sanırım doğanın insan ruhundaki en güzel etkisi...
Aklıma "Çakı bulmuş şopar gibi sevinmek" sözü geliyor.Çünkü aynen öyleydim Hıdrellezde :)

Her bir şopar grubunun önüne takılmış dans eden insanları görünce içimi kaplayan çocuksu mutluluğu kelimelerle anlatmak zor.
Dans ederek, tanıdık tanımadık kişilerle sohbetler yaparak ve Doluca şarabımızı yudumlayarak baharın gelişini kutladık paraztesi.
Dilek duvarına bez bağlayıp dilek dilemeyi de unutmadık.Tabii dilek duvarına yazılanları okuyup güldüğümüz de olmadı değil :D










Hıdrellezi yaşadık.Baharın gelişini böyle kutladık.
Ruhumuza bahar geldi...

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Myanmar'ın Göz Yaşları :(

Bu alan 3 Mayıs 2008 tarihinde, Nargis kasırgasında hayatını ve yakınlarını kaybeden tüm Myanmar halkı anısına siyah bırakılmıştır...
 

24 Nisan 2008 Perşembe

ATASÖZÜ

"Bütün solaki ve sağlaki çizgiler, döne döne dolaşıp tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkanına, esir olurlar."

6 Nisan 2008 Pazar

Bulutlarla kaplı pazar

Bulutlu, yağmurlu bir pazar...
Sakin, sessiz olduğum, nefesimin sesini kulaklarımda hissettiğim günlerden biri.
Sanki 65 yaşına gelmişim de, şafak sökerken karavanımda uyanıp kollarımı durgun bir deniz kenarında göğe doğru açarak esnemişim gibi bir gün.
Uzun zamandır da yazmıyorum hani.
Yağmurlu,ıslak sokaklara bakıp su birikintilerinin hareketlerini izliyorum.
Islık çalıyorum içimden, ezgiler geçiriyorum aklımdan...
Biliyorum ki;
"Balıklar için deniz lazım,
sevişmek için işsiz olmak
ve geceleri yatakta
duymamak için tabanların sızısını,
zengin olmak lazım.
Oysa ıslık çalmak için
bir şey lazım değil..."

19 Mart 2008 Çarşamba

Bir Mavi Zülfü Livaneli...

Bir güzel insan Livaneli.
Bir güzel Mavi...

Son kitabı 'SEVDALIM HAYAT' tan bahsedeceğim biraz.
Kendi hayatının izdüşümünü kağıda dökmüş Livaneli. O anlatırken siz de kendinizi buluyorsunuz kitapta.
Duygularınızı, düşüncelerinizi yoğuruyorsunuz örtüşmelerde...
Çünkü yüreği Mavi olanların, hayatları da Mavi. Ve her mavi benziyor elbet birbirine...

Kapılar tutulduğunda içerde kalanların, yollar kesildiğinde şehri yenilenlerin türküsünü söylüyor Livaneli kitabında.
Kitabın her bölümü, Livaneli'nin bir şarkısının sözleriyle başlıyor.
Livaneli türküleriyle büyüyüp de uzun zamandır o tınılardan uzak kalan, benim gibilerine tebessüm ettiriyor her bir bölümün başı, maziyi hatırlamanın huzurunu vererek...
Ve 'BİZ'i anlatıyor... Bu hayata nasıl da bu kadar sevdalı olduğumuzu anlatıyor...
Yediğimiz ekmeğe, içtiğimiz suya nasıl vurgun olduğumuzu anlatıyor.

Yarin gülüşüne tutkumuzu anlatıyor.
Yelkenin rüzgara doyuşunu, dostun yüreğine hasreti anlatıyor.
Üstüne basa basa, haykırarak söylediğimiz şarkıları anlatıyor üstad...


"Akasya kokan gecelerde, türküler söyleyip dolaşırdın sen.
Birer birer dökülen hecelerde, kendi yüreğinle yarışırdın sen.

Sağolsun uçan kuşlar, çiçeğe durmuş ağaç,
Yaşasın sevdalılar SEVDALIM HAYAT.


Karanlıktan güçlüydü hep aydınlık.
Uzakta parlayan sımsıcak ışık.
Şiir sana tutkun, sen ona aşık
Kendi yüreğinle yarışırdın sen.

Sağolsun uçan kuşlar, çiçeğe durmuş ağaç,
Yaşasın sevdalılar SEVDALIM HAYAT.


Yaşam dalga dalga uzar giderdi.
Ölüm gözümüzde bir arpa boyu...
Çocuk gibi öper, okşar, severdim,
Yediğim ekmeği, içtiğim suyu.


Sağolsun uçan kuşlar, çiçeğe durmuş ağaç
Yaşasın sevdalılar SEVDALIM HAYAT."

20 Şubat 2008 Çarşamba

Emek = İnsan

...
İlk avcılar mamutların hakkından nasıl gelebiliyordu acaba? Bunu, ancak "insan" sözünü okurken, onu "insanlar" anlamında düşünebilen anlayabilir.
Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı ve toprağı işlemeyi, insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte, onlarla el ele vererek öğrenmişti.
Kültürü ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır.
İnsan, yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı.
Toplumda hayvanı insana çeviren emek olmuştur.
Bu sebepten benim için EMEK veren insan, gerçekten İNSANdır ve DEĞERlidir.

14 Şubat 2008 Perşembe

Uçurtmam Mavi

Küçüktüm, çatıda , babamın atölyesinde uçurtma yapardım. Kimi zaman kağıttan, kimi zaman kargı ve naylondan...
Kargıdan yaptığım uçurtmalar hiç altıgen olamadı. Hep bir taraftan yamuk oluyordu. Hal böyle olunca da bir türlü dengeli uçmuyordu benim uçurtmalarım. Oysa karşı komşumuzun oğlu Hasan Abi ne kadar da güzel yapardı uçurtmaları. Onun yaptığı uçurtmalar hep en yükseğe çıkanlar olurdu.
Bazen de, mahalle arasında uçurmamız için , kağıttan yapardı uçurtmaları Hasan Abi. Çünkü kargıdan yapılanları uçurmak için okulun karşısındaki boş araziye çıkmamız gerekliydi. Ayrıca kargıdan bir uçurtma asla yalnız uçurulamazdı. Biri uçurtmayı, ellerinin arasında havaya kaldırarak rüzgara karşı tutarken diğeri koşarak iplere asılmalıydı. Ancak bu şekilde havalanabilirdi kargıdan bir uçurtma.
Benim uçurtmalarım hiç gökte bir nokta kalacak kadar yükselmedi,Hasan Abi'ninkiler gibi.Hiçbir zaman onunkiler kadar düzgün süzülmedi. Ama benim uçurtmalarım nihayetinde benimdi. Onları ben yapmıştım. İpi kopup da gökte istedikleri yere doğru uzaklaştıklarında daha çok üzülüyordum .Onların sırtında tanımıştım rüzgarı. Rüzgarın gücünü... Nasıl da ipilere asılırdı rüzgar. Beni bile sürüklediğinde yüzümü kaplayan gülümsemeyi gün gibi hatırlarım.

Hasan Abi'nin bir de turunç arabaları vardı. Akdenizli olmayanlar bilmez pek turuncun ne olduğunu.Portakalın,mandalinanın,limonun bu narenciyeden aşılanarak elde edildiğini ve o aşıyı yapmayı bi Akdenizin köylüsü bilir.
Nazilli'nin sokakları turunç ağaçlarıyla kaplıydı. Bu ağaşardan koparırdık, ikişer adet, olmamış, sert ve yeşil turunçlarımızı. Bir de uzun kargı bulduk mu, çalardık hemen kapısını Hasan Abi'nin. Kırmazdı bizi Hasan Abi. İnşaatlardan uzuncana bir çivi bulur, kargının bir ucundan iki yanında turunçlar olacak şekilde geçirir ve hazır ederdi turunç arabalarımızı.
Turunç arabalarının peşinde bir oyana bir bu yana koşuşturmanın verdiği zevki başka hiçbir şeyin verebileceğini sanmıyorum.

Çocuktuk o zamanlar biz. Gönlümüz kuş gibiydi, uçurtmalarımızla Dünyaya kanat açardık. Başına buyruk yaşadık, bir yere bir göğe bakardık.
Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay büyülüydü, yakamoz, deniz...
Ardından koştuğumuz sonbaharlar...