21 Kasım 2017 Salı

Van Persie'nin Sevmedigi Adam

Futbol asla sadece futbol degildir.
'Çirkin Krallar İmparatorluğu'mda bir baska kral:

"Ailem Nijeryalı ama ben Togo’da doğduğum büyüdüğüm için kendimi Togo’lu hissediyorum. Annem Togo-Gana sınırında açık pazarda et satardı, hayal edemeyeceğiniz kadar yoksulduk. Evin damı akardı, elektrik, tuvalet yoktu. Ailede en ufak bendim. Çocukluğumda yürüyemeyediğim, ayaklarımı hissetmediğim de sonra kilisede benim için edilen duaların ardından kalkıp yürümeye başladığım da doğrudur, insanlar bunu bir şehir efsanesi sanıyor ama ben buna mucize diyorum.

Futbolcu dayım Djima Oyawole olmasaydı futbolcu olamazdın. Onun formasını giydiği Metz’den önce Lome diye ufak bir kulübe gittim, ne krampon verdiler ne de malzeme. Uzun boylu ve çok zayıftım. Antrenör geldi ve bana “Üflesem uçarsın, senden futbolcu olmaz” dedi. Ağladım ve dayımın yanına koştum, akşam antrenörün kapısını çaldık ve dayım “Yeğenim çok yetenekli, bir idmanda görmeden karar verme” dedi. O idmanda göze girdim, evden antrenmana gitmek için her gün 15 km. yol yürüyordum, bir gün idmana geç kalmadım. Togo U15 takımıyla sonuncu olduğumuz Burkina Faso’daki şampiyonada en iyi oyuncu seçtiler beni.  
Ajax beni çağırıyordu ama havaya girmiştim, vize için evrakları bile doldurmadım. Üç ay sonra İsveç’teki gençler turnuvası Metz kulübünde önümü açtı. Kanu benim idolümdü ve daha ligde oynamadan ülkem Togo’da beni kral ilan ettiler, Metz’e giderken havalanaında 250 kişi davul çalıyordu arkamdan. Gülmeyin, futbolun kralıydım, Fransa Ligi’ne gidiyordum. 
Ekim 99’da Metz'e geldiğimde birkaç tişörtü, üç gömleği iki de kasketi olan 50 kg bir gençtim, bana güldüler, utandım ama daha da kötüsü dondum. Metz buz gibiydi, birkaç gün soğuktur geçer dedim ama geçmedi,  idmanlarda soğuktan ayaklarımı hissetmiyordum, imza günü “Ben yapamayacağım” dedim, antrenörüm “Koş ve koşarken konuş Manu” dedi, dudaklarım buz kesmişti, nasıl konuşacaktım ki!
O gün şunu düşündüm, Togo’ya dönersem bir ay kral bendim, 400 Frank’ım bittiğinde peki ne yapacaktım? Kaldım ve alt yapının en iyisi olmayı başardım. Metz ile 1. Lig’de 10 maç oynadıktan sonra beni  Milan, Juventus, Chelsea istedi ama hocam “Manu ikinci ligde kal ve geçen sezon yaptıklarının tesadüf olmadığını ispatla ve 11 oyuncusu olduğunu herkes öğrensin” dedi. Ona inandım, aynı zamanda orada harika bir “kardeş”im oldu, Mamadou Niang (Fenerbahçe’nin eski santrforu) Metz’den Monaco’ya gittim, Morientes, Nonda, Rothen ve Giuly takımın kralıydılar, Deschamps beni transfer etmişti ama ertesi sezon gelen İtalyan hoca  bana “Sen kimsin, seni tanımıyorum” dedi. Gitmek vaktiydi anlayacağınız… 

Ülkemde tatildeyken Arsene Wenger aradı ve Arsenal’e gelmemi ama bu haberi de gizlememi istedi. Delirdim, idolüm Kanu’nun takımı beni çağırıyordu ve bunu kimseye söylemeyecektim. Başka şansım yoktu, Wenger’e “Sizin teklifiniz benim için onurdur” dedim.  Arsenal’de Thierry Henry’den çok şey öğrendim, bana “İnsanlar Titi sen çok güçlü ve yeteneklisin diyor ama ben günde ekstra idman yapıp 100-200 şut atıyorum, bunun farkına varmıyorlar” demişti,  Barcelona’ya giderken “Arsenal’in anahtarını sana bırakıyorum” sözünü hiç unutamıyorum. Wenger, bir gün gelip “Artık ayrılman lazım” dediği gün şaşırdım çünkü Van Persie beni sevmiyordu. Manchester City’e gittim ve Arsenal’e gol attığımda uzak kale tarafındaki Arsenal taraftarlarının önünde sevinebilmek için 80 metre depar attım, bir tek takım arkadaşım durduramadı beni, aileme, bana küfretmişlerdi, ellerine geçen her şeyi atmaya başladılar ama kafamı bir saniye bile eğmedim. Size bir şey söyleyeyim mi o an, hapishane kapısından çıkıp özgürlüğüne kavuşan bir insan gibi hissettim kendimi… Ki o ailem, annem, kardeşlerim beni her zaman param için sevdiler, kaç kez intiharı düşündüm onlar yüzünden…

Arsenal neden şampiyon olamıyor onu da söyleyeyim size. Futbolu çocuklarla oynuyorlar da ondan, karşısınızda John Terry, Drogba olunca duvara çarpmış gibi oluyorduk, orta sahalarında Essien, Ballack vardı biz de de sürekli sakatlanan küçük adam Rosicky. Nasıl kazanacaktı ki? Küçük maçları yetenekli adamlarınla alabilirsin ama çoluk çocukla Old Trafford’da kazanamazsın… Mancini futbolculuğunda yıldız olabilir ama teknik direktörlüğü beş para etmezdi. Bugüne kadar ne kazandı ki? Her geldiği kulüpte 40 oyuncu alır, Man. City’de ben varken düşün ki Dzeko, Balotelli, Tevez ve Agüero’yu aldı bir de bana “Sen bana lazımsın” dedi. Çıktım gol attım, ertesi maç yoktum. Takım kendi arasında onu hep çekiştirir, kimse Mancini için oynamazdı. Real Madrid’e gelene kadar Arsenal vs için büyük kulüp diyordum ama orası bir başka alemdi. İlk gün bir malzeme seti verdiler, bütün sezon için sandım, meğerse haftalıkmış, ertesi gün idmana geldim, çocuklarınız için puset lazım mı dediler, bir gün sonra sponsorun yeni televizyonu çıkmış, devasa ekran, eve yolladılar. Bana kalsa Real Madrid’den ayrılmazdım da, işte hayat…."
Emmanuel Adebayor

2 Mayıs 2017 Salı

Amasya Genelgesi

Amasya Genelgesi ilk 4 maddesi;

  1. Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.
  2. İstanbul hükumeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gösteriyor.
  3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
  4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.



12 Ocak 2017 Perşembe

Türkiye'nin Geleceğini Öngörmek


Türkiye'nin ve dahası Ortadoğu coğrafyasının geleceğini okumak için, 16., 17.yy Avrupasında Reform dönemlerinde yaşananlara bakmakta fayda var diye düşünüyorum.

Geleceği yaratmak; geçmişi anlamak ve bugünü yaşamakla mümkündür zira.

16. yy’da Kalvinizm ve Lutherizm’in doğuşuna sebebiyet veren koşullara bakıldığında, bugünün Ortadoğu coğrafyasında yaşananların sebepleri arasında ilişki kurulabilir.
Elbette emperyal güç ve çıkar şavaşlarının yarattığı sonuçlar noktasında değildir bu benzerlik.
Bu daha çok, bölge dışı güçlerin amaçlarına, bilerek ya da bilmeyerek hizmet eden bölge içi yapı ve gruplar üzerinde yoğunlaşan bir benzerliktir.

Bu örneği somutlaştıracak olursak; 15 yıllık AKP rejiminin, aydınlanma devrimini tamamlayamamış Cumhuriyet üzerinde yarattığı erezyon, RTE’nin başkanlık ısrarı ve bu uğurda yarattığı baskı, ona sorgusuz itahat edenlerin oluşturduğu inanç ortamı, 16. yy Avrupasındaki Katolik Kilisesi ve onu kontrol edenlerin, ona sorgusuz sualsiz bağlananların durumu ile benzeştirilebilir.

Işte bu noktada 16., 17. yyın Avrupa hayatındaki etkileri ve yaşananları okumak, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin geleceğini tahmin etmekte oldukça faydalı olacaktır.

15. yyda iyice bağnazlaşan Katolik Kilisesi uygulamaları ve Papalığın yarattığı baskının sonucu olan Martin Luther hareketi ve iç savaşlar, 1555 Almanya Augsburg anlaşmaşı ile son bulmuştu (kısmen).
Fransa ve Roma Imparatorluğu için Protestanlığın kabulü sayılabilecek bu anlaşma, Avrupa’nın diğer ülkeleri için aslında değişimin başlangıcıydı.
17. yy başlarında etkisi iyice artan Reform hareketi, krallıklarla prensler arasında 30 yıl savaşlarına sebebiyet vermişse de bu savaşların temeli Katolikliğe karşı doğan ve bağnaz kurallardan kurtulmuş, dini daha basit ve devlet işlerinden ayrılmış şekilde yaşamayı öngören Protestanlık savaşıydı.
Yani mezhep savaşlarıydı.
Tanıdık değil mi?

17. yy ile Avrupa’ya yayılan mezhep savaşları başta Almanya ve Avusturya olmak üzere birçok Avrupa ülkesini etkiledi.
Bu etkiyi daha somut anlatmak gerekirse; Reform iç savaşlarından önce 21 milyon civarında olan Almanya’nın nüfusu, savaşlardan sonra 13 milyonlara kadar düşmüştür.
30 yıl boyunca süren ve Avrupa’yı kasıp kavuran bu savaşlar, 1648 yılında yapılan Westphalia Anlaşması’yla sona erse de, Papa bu duruma oldukça sinirlendirmişti ve bu antlaşmayı tanımadığını bildirmişti. Bu yeni gelişme her ne kadar papalık tarafından son derece rahatsız edici karşılansa da, Hıristiyanlığın yerini Avrupalılık almaya başlamıştı.
Yani dinde moderniteye geçiş kansz olmamıştı.

Bu noktada, Türkiye ve Ortadoğu için geleceği öngörmek, Avrupa’yı kasıp kavurmuş olan Reform dalgasının günümüz Ortadoğu’sundaki benzeşmelerini ve bunun üzerine Endüstri Devriminden günümüze kökleşen Emperyalizmin etkilerini iyi kavramakla mümkündür.
Sistemin adalet ve hukuk anlayışını giderek taraflaştırması sonucu insanların adalet kavramını göremediği, yaşayamadığı zamanlarda, adaleti kendilerinin sağlama içgudusu harekete geçer.

ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmani ve 'Yeni Dünya Düzeni' projesinin mimarlarından Zbigniew Brzezinski’nin şu söylemi oldukça manidar;
Ortadoğu'da dini nefretlerin yol açtığı iç savaşlar; İran'daki aşırılık yanlıları tarafından körüklenen nükleer çatışmalar; Türkiye'de alevlenen ve muhtemelen Rus Ordusu tarafından desteklenen milliyetçi dalganın jeopolitik hedefleri; tüm bu parametrelerin her biri büyük bir bölgesel patlama ihtimalini işaret ediyor.

Not: Tüm bunların yanı sıra, 1. Dünya Savaşı koşullarını ve o dönem Itilaf Devletleri olarak anılan tarafın, doğuda yeni cepheler açmak için iç karışıkıkları nasıl tetiklediğini de iyi okumak gerekiyor.
Zira ABD şu anda tarihinin en büyük askeri sevkiyatını Polonya’ya, (Litvanya, Belerus, Ukrayna hattı sonrası) Rusya sınırına yapıyor.

Not 2: Coca Cola firması, Suriye’de “iç savaş” patlak vermeden tam 1 yıl öncesinde, Suriye’den çekilme kararı almıştı.
2015’ten bu yana, başta HSBC Bankası ve Bosch olmak üzere, hangi markaların Türkiye’den çekilme kararı aldığına bakmak, Zbigniew Brzezinski’nin sözlerini doğrular nitelikte. 

12 Temmuz 2016 Salı

Suriye'nin Kurtuluş Savaşı

Suriye adım adım kendi Kurtuluş Savaşı'nı kazanıyor.
Rusya havadan Suriye Ordusu karadan adım adım kuzey, kuzey-doğuya yöneliyorlar.
Ordu Halep'i kuşattı. IŞİD ile sokak savaşları bugün itibari ile Halep'te de başladı.
Örgüt Membic'tan Bab'a kadar 40 km tünel kazmış.
Hepsi imha ediliyor.

Vakti zamanında AKePe hükümetinin desteklediği El Nusra'da eziliyor.
Dün, TC vatandaşı Konyalı Yusuf A. Halep'te öldürüldü.

Bu gelişmeler Türkiye'de Lazkiye hayalleri kuranların da (HDP genel başkanı, bir Arap şehri olan Lazkiye için "Lazkiye Kürt kantonlarına verilirse, Kürtlerin sorunu kalmaz..." diyerek ABD'nin emperyalist planlarına ortak olduklarını açıklamıştı.) ağız değiştirmesine sebebiyet verdi.
Rojava Federasyonu Başkanı; "Suriye'nin bölünmesine izin vermeyeceğiz." diyor.
Oysa ki düne kadar kantonları birleştirip Büyük Kürdistan hayalleri kuruyorlardı.

Tüm bu gelişmeler Türkiye'nin Rusya'dan özür dilemesi ve bir anlamda terör ihraç eden Türkiye'nin yola gelmesi sonucunda yaşanıyor.
Hükümet Rusya - Suriye eksenli politikaya, zorla da olsa, gelmek sorunda kaldı. 
Çünkü "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh"ten başka kurtuluş  seçeneği yok.
Çünkü Ortadoğu'da medeni olabilmenin, dahası öyle kalabilmenin tek yolu yine Mustafa Kemal'in yolundan geçiyor.
Ak-it yazarları dahi bunu dillendirmeye başladılar. 

Bu politika değişikliği IŞİD'i harekete geçirdi.
Örgüt Türkiye sorumlusunu değiştirdi.
Artık Türkiye sorumlusu bir Türk değil.
Tatil beldelerinde turistleri hedef almayı planlıyorlar.

İstihbarat bunu biliyor ama ülke içerisinde çok fazla örgüt evi var ve hepsini takip edemedikleri için, vaktinde yeterli çalışmayı yapmadıkları için engelleyemiyorlar.

ABD dahi, Rusya'nın sert duruşu karşısında politikasını revize etti ve Esad ile geçişe yeşil ışık yaktı ve IŞİD ile mücadeleye öncelik verdi.
ABD planlarına ortak olan piyonların planlarındaki ve söylemlerindeki değişikliğin temel sebebi budur.

AKePe ve dolayısıyla Türkiye de milyon dolarlık dış politika hezimeti sonucunda tekrardan Esad ile görüşme rotasına girmiş durumda.

Özetle; Suriye kurtulursa, bölge kurtulur.

Peki ben bunları nereden biliyorum?
Sadece okuyorum.
Öyle başlıkları değil,  satır aralarını da okuyorum.
Siyaseten çok farklı yerlede duranların yazdıklarını ve söylediklerini yanyana koyduğunuzda, büyük bir örtüşme ortaya çıkıyor ve resim netleşiyor.

17 Haziran 2016 Cuma

UÇAK GEMİSİ: Özgürlüğe İnanış

UÇAK GEMİSİ bir milletin yeniden doğuşunun hikayesi...
Geçmişini unutan, geleceğini yitirir. 
Prof. Dr. İlber ORTAYLI'nın sunduğu fragman

Kitabın önsözü;“Önce senaryo yazılır, sonra senaryonun filmi çekilir. Okumak üzere olduğunuz senaryo, gerçek hayatta önceden Türk Milleti tarafından çekilmiştir.”
İşte kitaptan birkaç anekdot: 
Denk Kayıkları
Fırtınalı havada Rusya’dan cephane getiren gemiler açıkta demirliyor ve o fırtınada kayıklar gemilerin yanına açılıyor. Karadeniz’in dev dalgaları kayıkları gemi hizasına denk getiriyor. O sırada cephane sandıkları sandallara itiliyor. Kayıkların ismi bu yüzden Denk Kayıkları.
Savaş uçaklarının Almanya’dan teslim alnıması ise başlı başına bir hikâye konusu.
Almanya 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış; ordusu terhis edilmiş ve elinde kullanamadığı uçaklar var. Ankara hükümeti de o uçaklara talip olmuş. Ancak yine Almanya’da savaş sonrası enflasyonist ortam var. Alman Borsası’nda spekülatif kazançlar söz konusu. Uçakların parasını teslim etmek üzere Almanya’ya giden Saffet (Arıkan) ve Nuri (Conker) Beyler, bir bankere rastlıyorlar. Banker, parayı borsaya yatırmalarını tavsiye ediyor. 29 uçak yerine 190 uçak satın alabileceklerini söyleyerek, Nuri ve Saffet Beylerin aklını çeliyor. Para borsaya yatırılıyor ve kaybediliyor. Ankara’da kıyametler kopuyor. TBMM’de Nuri ve Safet Beylerin idamları isteniyor.
Fransa’nın Ankara hükümetini resmen tanıması;
İstanbul’dan Anadolu hareketine katılmak üzere yola çıkan bir gemi, Karadeniz’deki Fransız Donanması’na ait bir savaş gemisine yakalanıyor. Hep birlikte İstanbul’a dönülecek. Gemide yer alan Türkler, içinde bulundukları vaziyetten kurtulmak üzere bir plan yapıyorlar. Kendi aralarında dümenden kavgaya tutuşuyorlar. Fransızlar kavgayı ayırırken, silahlarını ele geçirecekler ve Fransızları esir edecekler. Ancak Fransızlar pek oralı olmuyorlar. O sırada B planı devreye giriyor ve Türkler kendi aralarında horon tepmeye başlıyorar. Eğlencenin cazibesine kapılan Fransızlar horonu izlemeye dalıyorlar. O sırada Türkler Franızlar’ı komutanlarıyla birlikte esir ediyor. Fransız hükümeti, esirlerin serbest bıraklıması karşılığında TBMM ile bir anlaşma imzalıyor.


7 Mart 2016 Pazartesi

The wall between Reality and Fantasy

Sometimes our life is strange, and it seems you gotta do it all by yourself to arrange. Sensations never felt that’s why my soul I’ll never sell... The wall between Reality and Fantasy  is sometimes so small and not so tall...

Video link

1 Mart 2016 Salı

AnKARA Gün

O sabah her zamankinden daha erken kalkmıştı.
Pencereden dışarıya baktığında, yüzünü yeni gösteren güneş etrafı aydınlatmaya çabalıyordu.
"Güzel bir gün olacak" diye geçirdi içinden.
Güneşli, güzel bir gün...
Pencerenin önünde sıralı duran rengarenk menekşelere baktı.
Biraz susuz kalmışlardı sanki,
gitti bir bardak suyla geri geldi, suyu hepsine azar azar pay etti.
Oldum olası menekşeleri severdi,
tıpkı annesi gibi...

İşe geldiğinde, her zaman olduğu gibi mesai başlamadan önce tüm memurlar kahvaltı için toplandılar.
Her gün evden getirdiği kahvaltılıklarını yemesine rağmen o gün canı istememiş, iş yerinin köşesinde duran ve denizli şivesi ile konuşan teyzeden simit almıştı.
Simitçi teyzenin iki kızı bir de oğlu vardı.
En küçükleri olan Ömer henüz 8 yaşındaydı ve ikinci sınıfa gidiyordu. Biraz yaramazdı yaramaz olmasına ama hangi çocuk değildi ki...
Büyük kızı geçen yıl ankara üniversitesi hemşirelik fakültesi'ni kazanmış ve üniversiteye başlamıştı.
Belli ki simitçi teyze, kızının üniversiteyi kazanmasıyla gurur duyuyordu.
"Çoçuklaam için gızım, onlaan okul barası için çalışıp durum..." derdi her seferinde.
Hep güler yüzlüydü simitçi teyze ve bununla ün salmıştı.
Canı sıkkkın olan her kim olursa, sabah mutlaka ona uğrar, teyzenin güler yüzü sayesinde bir nebze olsun gününü aydınlatırdı.

Her ne kadar o gün içinden çalışmak gelmese de yapılması gereken çok evrak işi vardı.
Haftanın ortası olmasına rağmen önünde biriken evraklar sanki hiç azalmamış gibi bekliyor ve hepsinin de cuma gününe yetişmesi gerekiyordu.
Kaybolup gittiği evrak yığınları arasında düşüncelere dalıp gitti.
Alper'i düşündü; 10 yaşındaki oğlu Alper...
Epey zamandır okuluna uğrayamıyordu. Her ne kadar öğretmenleri Alper'den gayet memnun olsalar da, onunla yeteri kadar ilgilenemediği düşüncesine kapıldı.
"En kısa zamanda okula bir uğramalı" diye geçirdi içinden.
Kızı İrem'in üniversitesinde her şey yolundaydı.
Kızına sonsuz güveniyordu; "babasından almış hayata karşı dik ve sağlam duruşunu" diyordu.
Ve kocası Osman...
O gün iş için İstanbul'a gitmişti. Şimdiden özlemişti onu.
"Sevdiğim adam, çocuklarımın babası, kalbimin sahibi Osmanım..."
Ne güzel bir gülüşü vardı Osman'ın,
O gülünce sanki bahar gelirdi.
Aslında epeydir kedisine çiçek almamıştı.
Normalde sık sık elinde çiçekle çıkagelirdi.
Bazen anlamsız bir tartışmanın özrünü dilemek için, bazen sebep dahi aramadan...
Unuttu herhalde şu aralar diye düşündü. 
Onun da işi başından aşkın...

O gün hemen bitmişti, oysa biriken işleri istediği kadar ilerletememişti bile.
Ne çabuk da geçmişti gün...
Bir gün daha bitiyor diye içinden geçirirken sakin ve yavaş adımlarla servis araçlarına doğru yürüyordu.
Ankara akşamlarında insanı rahatsız eden bir huzur olurdu bazen; işte öyle bir akşamdı.

Serviste hareket saatini beklerden camdan dışarı baktı.
Karanlık, soğuk Ankara akşamında insanlar oradan oraya koşuşturuyor, evlerine gitmeye çabalıyorlardı.
Trafikte durup kalkan araşların farları akşamın rengini sürekli değiştiriyordu.
"Ne tuhaf..." diye geçirdi içinden.
"Hayat denen bu koşuşturmaca; ne tuhaf..."
İç sessizliğinde dalıp gittiği düşünceler büyük bir gürültüyle sarsıldı.
Bir anda her yer aydınlandı.
Gözleri bir alev topunun içinde karardı ve tüm ışık kayboldu gitti.
Kulaklarını kaplayan uğultuda boğuldu çığlıklar. Geriye sade o büyük çınının içinde uğultular kaldı.
Bedeninin her yerine sanki iğneler batırılıyordu.
Vücuduna yayılan o büyük acı yavaş yavaş hafifledi.
Kızı İrem geldi aklına o an; her şey yolundaydı değil mi üniversitesinde???
Peki oğlu Alper?
Epeydir boşlamıştı onun okuluyla ilgilenmeyi.
Osman; yüzü güleç sevgilim...
Hadi artık dön işten, çok özledim.
Kulaklarında duyduğu uğultu giderek azalıyordu.
Hiçbir şey duyamaz oldu sonra, kendi iç sesinden başka...
Uykusunun geldiğini hissetti.
Yorucu bir gün olmuştu, işler de birikmişti epeyce...
Annem çok üzülmese bari...
Düşkündür bana...

Neydi şimdi bu?
Kader miydi? 
Alın yazısı mı?
Böyle olur muydu?
Böyle biter miydi?
Kim yazıyordu bu sonu?
Neden yazıyordu?

Kızım; İremim...
Oğlum; Alperim...
Osmanım; güleç yüzlü sevgilim. 
Çok yorgun hissediyorum, uykum var.
Hadi evimize götür beni, biraz uzanıp dinleneyim...



Bu yazı 17 Şubat Ankara saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına Fevziye Kayış ve ailesine ithaf edilmiştir.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Tarihe geçsin; kendime manifestomdur

Dün Fransa'da hayatını kaybeden masum insanlara üzülmemek, yakınlarının acılarını hissetmemek, vicdanı olan birisi için imkansız.
Bu acıyı sonuna kadar paylaşıyorum.
Dün gece uyuyamadım.
Tıpkı 2003'te Irak'a ilk ABD bombası düştüğünde uyuyamadığım gibi...

Ama profiline Fransız bayrağı koyanlara bir çift lafım var;
Bir emperyalistin bayrağı, sizin profilinizi ancak lekeler.
Bugün ben,
Fransız halkının acılarını paylaşan ben;
inadına Cezayirliyim,
inadına Faslıyım,
inadına Senegalliyim...

Bugün Fransız sömürgesi altında yurdundan olan, ailesini kaybeden, katledilen hangi millet varsa ben onlardanım.
Babasının Fransızlar tarafından nasıl köleleştirildiğini anlatamayıp gözleri dolan,  boğazı düğümlenen, birlikte Bob Marley şarkıları dinlediğim İTÜ'lü arkadaşım Moumar Diuf'um...

1961'de Fransız Polisinin katlettiği Cezayirlileri de asla unutmayacağım.

https://en.m.wikipedia.org/wiki/Paris_massacre_of_1961

I share the pain of innocent people who are died in France.
I couldn't sleep that night...

But I will never put such a Flag belongs to France, which is an emperialist and exploiter country, in my account.
I never forget the pain that France has created in Algeria, Morocco, Senegal...
I'm Algerian today,
I'm Morroccan,
I'm more Senegalese...

And I never forget how French Police has killed Algerian protesters in 1961...

11 Ekim 2015 Pazar

Fuat Avni "Kim"dir?

Yazsam olmuyor, yazmasam olmaz...

Büyük bir acıya uyandık dün sabah.
Ankara'da patlayan iki bomba, yitip giden nice canlarla...

Türkiye'de büyük, kirli bir oyun oynanıyor.
"Fuat Avni" denen bir tweeter hesabı ortaya çıkıyor, yapılacak polis baskınlarını, göz altıları bir gün önceden haber veriyor.
Kullanılan "korkma, titre" gibi karamizahi üslup BİZde sempati topluyor.
Bilinçaltımız bu hesaptan gelen bilgilere günbe gün daha bir inançla yaklaşıyor.
Herkes birbirine "Fuat Avni" kim? Diye soruyor. 
İşte sorun da burada patlak veriyor.

Bu kadar istihbarat bilgisine ulaşabilen, ülkenin istihbarat başkanından, savcılarına, başbakanından, cumhurbaşkanına kadar aldıkları her kararı bilen birisi(!) kimdir?
Bu soru metafizik inançları yüksek olan BİZ Doğu toplumlarının soracağı bir sorudur.
Oysa sorunun doğrusu "Fuat Avni kimlerdir?" olmalıdır.

Bu kadar derin istihbarati bilgilere bir kişinin ulaşabileceğini düşünmek ancak metafizik astrolojiye inanmak kadar ya da "Fuat Avni"nin bizzat Tayyip Erdoğan'ın kendisi olduğuna inanmak kadar gerçekçi olabilir.

Vakti zamanında ne demişti Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ;
"Ben bir karar alıyordum, daha başbakanın haberi olmadan birilerinin haberi oluyordu..."

Bir kısmı F-tipi olmak üzere 12 Eylül darbesi öncesi şekillenen ve sonrasında Cumhuriyetin neredeyse tüm kurumlarına yerleşen, algıyı yöneterek halkın "gerçek"lerine yön veren bu yapıdır.
İnsanları neye hizmet ettiklerini bilmeden yönlendiren,
STKları ve siyasi örgütleri 'böcek yiyen böcekler' teorisiyle birbirine kırdırtan bu yapıdır.
Abdullah Çatlılar, Alaattin Çakıcılar, Yeşiller, 7 TİPlinin katilleri, Ogün Samastlar vs. hepsi bu yapının unsurları olarak ortaya çıkmış, "milliyetçi" unsurları kaşınarak devlete hizmet ettikleri aldatmacası içerisinde yönlendirilmişler, fiili ve/veya psikolojik tetikçilik yapmışlardır.
Bu yapı sadece devlet organlarında değil, PKKsından DHKPCsine, İBDA-Csinden Hizbullahına kadar pek çok illegal örgütün içerisinde de barınmaktadır.

Bugün "Fuat Avni", toplum psikolojisini yönlendirmeyi çok daha iyi bir kanaldan; Türkiye'nin kullanmakta Dünya 3.sü olduğu sosyal medya üzerinden yapmaktadır.
21. yy da metodlar değişmiştir.
Sosyal medyadaki "bilgi"lere çok hızlı ulaşabilen ve sorgulamadan çok hızlı kabullenen BİZ Anadolu insanını istenen yöne doğru baktırma işi "Fuat Avni"lere düşmüştür.

İşin özü "Fuat Avni" GLADYO'nun tam da kendisidir.
Süper NATO teşkilatlanmasıdır.

Olay kargaya gak dedirtip ağzındaki peyniri almaktan farksızdır.

Yakın geçmiş hızlıca irdelendiğinde görülecektir ki; "Fuat Avni" hesabı büyük bilgilerle gündemi sarsmaktadır.
Birçok olayı önceden bilmesi, istihbarat bilgilerini sızdırmasıyla güvenimizi kazanmıştır.
Tayyip Erdoğan nefreti de O'nda kendimizden bir şeyler bulmamızı sağlamıştır.
Geriye BİZ kargalara gak dedirtmek, ağzımızdaki peyniri almak kalmaktadır.
RTE'nin kaybetme korkusunu, hırslarını felaket senaryolarına çeviren bilgilerle; olacak her şeyin sebebini BİZlere çok daha önceden aşılamaktadır.
Olağanüstü olaylara vereceğimiz refleksler, psikolojik ve duygusal tepkiler çok daha öncesinden şekillendirilmektedir.
Oysa bu coğrafyada hiçbir şey aslında gözüktüğü kadar basit değil ve hiçbir şey tesadüf değildir.
Hiçbir zaman olmamıştır da...
İlk anda aşikar gibi gözüken de hiçbir zaman gerçekle bağdaşmamıştır.
Evinin önünde gazeteci dövenlerin verdikleri ifadelerdeki detaylarla, patlayan bombalar arasında,  gündemin kronolojik şekillendirilmesi açısından bağ vardır.

Sadede bir örnek üzerinden gideyim;
Saddam Hüseyin yıllarca Halepçe katliamını yapmakla suçlanmıştır. Bu olay Irak Kürtlerini ve aşiretlerini, Irak merkezi hükümetinden psikolojik olarak koparmak için hep kullanılmış, başarılı da olmuştur.
Oysa Saddam Hüseyin asılmaya giderken dahi Halepçe Katliamını üstlenmemiş, hep reddetmiş, bunun İsrail'in işi olduğunu iddia etmiştir.
Zira Irak işgali sonrasında da ABD güçleri hiçbir kimyasal silaha ulaşamamıştır.
Peki Saddam, Irak'ın başına nasıl geldi? 
Kimler tarafından desteklendi? 
Ve nasıl götürüldü?
Sonuç olarak bugün Irak nasıl parçalandı ve kan gölüne döndü, dönmeye devam ediyor?

ABD'nin değişmez taktiklerinden birisidir bu; bir lider yarat, sonuna kadar destekle, olağanüstü güçlenmesini sağla, verilen vaatler ve güçlerle kendisini yenilmez sanmasını sağla, bu güç ile kontrol dışı işler yapmasına sebebiyet ver, bununla uluslararası alanda giderek itibarsızlaştır, kendi halkına bir zulmettir bunu uluslararası alanda bin göster, zamanla halkı kutuplaştır, o lideri körü körüne destekleyen ve ondan sonuna kadar nefret eden kutuplar yarat ve son olarak öldürücü darbeyi vur; nefretle yüklü grupları birbirine kırdır, yarattığın lideri alaşağı ederken o ülkeyi de böl-parçala-yönet...
Mısır'da Hüsnü Mübarek'in, Libya'da Kaddafi'nin, Irak'ta Saddam Hüseyin'in, Afganistan'da Taliban rejiminin başına gelen budur.
Onlar da Amerika'yı kendilerine dost-müttefik sanmışlardır.

Saddam Hüseyin'e Detroit kentinin altın anahtarı verilirken.
Tanıdık geliyor değil mi? Tayyip Erdoğan'a da 2004 yılında ABD'de 'Yahudi Üstün Cesaret Ödülü' verilmiş, bu olay Dünya medyasına yansımıştı.

Bugün aynı son Türkiye için planlanmakta, sırtını sonuna kadar ABD'ye yaslayarak bugünlere gelen Tayyiplerin sonu gözükmektedir.
Tayyip Erdoğanlar için misyon tamamlanmış, deliğe süpürülme vakti gelmiştir.
Tayyiplerin anlayamadıkları şey; Amerika'nın asla dostu olmamıştır. Amerika'nın dost görünümlü kuklaları vardır ve kendisine biçilen rol de bundan öte değildir.

İşte "Fuat Avni" bu noktada kritik bir rol üstlenmektedir.
Halkta kutuplaştırma işlemi her ne kadar yapılmışsa da, BİZ Anadolu insanının bağları ve insani yönleri kuvvetlidir.
Az çok okuyan, beşeri kararlar alabilen kesimlerin de kontrol dışına çıkması gerekmektedir.
Bu sebeple "Fuat Avni" kanalıyla yakın geçmişte patlamış ve patlayacak olan tüm bombalar, yaşanacak tüm olağan dışı olaylar, dramlar çoktan sebep sonuç ilişkisi ile bilinçlerimizde adreslenmiştir.

Ankara'da patlayan bombaların, yitip giden canların da sebebi ne PKK, ne gözü dönmüş Tayyip, ne IŞİD ne de başkasıdır.
Tetiği çeken yakında bulunacaktır elbet ancak ipleri tutanlar yine karanlıkta kalacaktır.

Unutmayalım ki BİZ solcular da Uğur Mumcu katledildiğinde, tüm öfkemizi dinci yapılanmalara ve tarikatlara çevirdik.
Devletin tetiği çektirdiğini, en azından buna göz yumduğunu iddia ettik.
Ancak gerçek farklı şekillendi ve işin içinde Alman istihbaratına kadar uzanan daha uluslararası bağlantılar olduğu ortaya çıktı.

Elbette ki tüm bu olayları engelleyemeyen, kimi zaman kısmen göz yuman devletin, hükumetin akan bu kanda sorumluluğu vardır.
Ancak asıl oyun çok başkadır.

İşte bugün de Tayyip Erdoğan nefreti gözümüzü karartmamalıdır.
Gerçekle bağımızı kopartma çabaları, hepimizi topyekün Irak gibi Suriye gibi bir bataklığa sürükler.
Bu savaşın tek galibi okyanus ötesi olur, BİZe yüzümüze sıçramış kardeş kanı kalır.
Ve bunun yitip gitmeyecek yüz yıllık utancı...


Filler tepinir, çimenler ezilir.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Şu feleğin işine bir de Batı'dan bak...

"Şeriat" isteyerek geldiler.
"Demokrasi bizim için bir tramvay gibidir. İstediğimiz durağa gelince inmesini biliriz."
(RTE)
diyerek...
"Cumhuriyet rejimi ömrünü tamamlamıştır. Yıkılmalı ve yeni bir rejim kurulmalıdır."
(ABDullah Gül)
diyerek geldiler.

Şu feleğin işine bakın ki; her ne kadar Cumhuriyet kazanımlarına büyük zararlar vermiş olsalar da, Cumhuriyet'in kudreti karşısında yenik düştüler ve kendilerini Cumhur'un başı olabilmek için yarışırken, hatta bu uğurda birbirlerini sırtlarından bıçaklarken buldular.

Feleğin bugünlerde bir başka oyunu da Kürt milliyetçi siyasetini şekillendiriyor.
HDP için %13 oy almak, bugüne kadar güttüğü siyaseti ve kazanımlarını alt üst etti.
Şöyle ki; .
PKK uzun süre önce (Irak Savaşı ile) Orta Asya gibi bir bölgede devlet otoritesinin olmadığı zaman neler olabileceğini, aşiretler arası çıkar savaşlarının bölgeyi nasıl kana bulayabileceğini gördüğü için bağımsız bir "Kürdistan" hayalini, ABD hamiliğindeki bir özerklik şeklinde revize etmişti.
Bu hayali gerçekleştirmek için ise HDPyi siyasi kanat olarak kullanıyordu.
Bu siyasi anlayış, bugüne kadar azınlık siyaseti yapıyor, AKP ile masaya oturuyor, istediği her şeyi de elde ediyordu.
"Açılım" denen süreçte bir bir adımlar atılıyor,
Dolmabahçe mutabakatı ile PKK'nin tüm istekleri yazılı güvence altına alınıyordu.

Ta ki HDP genel seçimlerde %13 oy alana kadar.
AKP'nin tek başına iktidar olamadığı bir senaryoda "Açılım"ın devam etmesinin mümkünatı yoktu.
Aslında HDP de bunu çok iyi biliyordu.
Demirtaş, Gezi Olayları döneminde AKP'nin köşeye sıkıştığını görmüş, "Gezi'de hükümete bir darbe girişimini gördük" demişti.
Her ne kadar bunu sonradan yalanlasa da kameralar her şeyi çoktan kaydetmişti.
AKP'siz açılımın devam edemeyeceğini çok iyi biliyordu.
(Oysa Gezi Olayları sırasında destek verseler bugün bir AKP'den söz etmiyor olacaktık.)

İşte bu noktada feleğin oyunu Kürt ayrılıkçı siyasetini ve HDP'yi çok ayrı bir konuma getirdi;
HDP bizzat onu destekleyenler tarafından getirildiği noktada bütün kazanımlarını yitirmiş oldu.
Bu ironik bir şekilde Demirtaş tarafından da dillendirildi; "Bizim tek suçumuz %13 oy almak..."

Evet, açılımı bizzat 7 Haziran seçimlerinde HDP'yi destekleyenler bitirmiş oldu.

Peki şimdi ne olacak?
PKK kırsalda ağır darbeler alırken, sırtını PKK'ya ve Kandile yaslayanlar, "Size savaş yaptırmayacağız" gibi İstanbul gençlerinin toz pembe bir dünya hayallerini okşamanın ya da
"Her iki taraf da ellerini tetikten çeksin" gibi ideolojik boşlukta söylemlerin ötesinde ne üretebilecekler?
Aslında bu noktada HDP içerisindeki üç temel fraksiyondan en zayıf olanı yani Demirtaşçılar önem kazanıyor.
Çünkü bugün Demirtaş, PKK tarafından sadece vitrinde oy toplayan bir çocuk olarak kullanılsa da gelecek onun için çok daha farklı gözüküyor.

Bu kısmın üstünü biraz kapalı bırakalım,
bir başka yazıda çok daha detaylandırmak üzere...

Sadece şunu belirtmek gerek; PKK'nın her kaybına, Demirtaş'tan daha çok sevinen birisi yoktur.
Sadece bunu kameralar önünde dillendiremez.
Hatta parti içinde dahi dillendiremez.
Aksi halde zamanı gelince 2. bir Sakine Cansız vakasına kurban gideceğini iyi bilir.
Ancak o doğru zamanı beklemektedir.
Zira Kürt siyasetini PKK'nin ve ABD'nin boyunduruğundan kurtarmak bugün mümkün değildir.
Bu ancak ABD'nin bölgede zayıflaması ve PKK'nin Türkiye'yi tamamen terk etmesiyle mümkündür.
HDP sempatizanları bilmese de, Demirtaş iplerin kimin elinde olduğunu çok iyi bilir.

Zamanında PKK'ya katılmak için dağa çıkmaya çabalayan ancak onu bile beceremeyen bu adamın Türk siyasetindeki yeri gelecekte çok farklı olacak...

Cumhuriyetin kazanımları,
halkların gerçekten kardeş olduğu bu coğrafyada,
terör susup, tozlar yağmurla örtüldüğünde,
bu adama çok daha farklı bir rol biçeçek.
Bunun zamanını ise, bu halkın AKP, HDP, PKK gibi boğazına kadar Amerikan emperyalizminin uşaklığına batmış yapılara karşı nasıl direndiği belirleyecek.